Reklam

100 TON ALTIN, DADALOĞLU VE VANDALLAR

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 11 Ocak Pazartesi günü kabine toplantısından sonra konuştu: 2020 yılında Türkiye’de 42 ton altın üretildiğini, ekonomiye 2 milyar 400 milyon dolar katkısı olduğunu ve gelecek 5 yıl içinde de 100 ton altın üretmeyi hedeflediklerini söyledi.

100 TON ALTIN, DADALOĞLU VE VANDALLAR

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 11 Ocak Pazartesi günü kabine toplantısından sonra konuştu: 2020 yılında Türkiye’de 42 ton altın üretildiğini, ekonomiye 2 milyar 400 milyon dolar katkısı olduğunu ve gelecek 5 yıl içinde de 100 ton altın üretmeyi hedeflediklerini söyledi.

100 TON ALTIN, DADALOĞLU VE VANDALLAR
19 Ocak 2021 - 12:15

 

İbrahim Gündüz

Erdoğan 15 gün önce de çevre katliamlarına karşı mücadele eden vatandaşlara “Vandallar” demişti.
Bu da kutuplaştırma siyasetinin bir parçası mı bilemedim. Çevre ve doğa katliamına yol açan madencilik ve özellikle değerli metal madenciliği bu ülkenin yaşam alanlarını hızla yok ederken neden böyle bir açıklama yapılıyor…
Öncelikle 2 milyar 400 milyon tam bir soru işareti. Sanırsın ki elin Kanadalısı, Amerikalısı, İngilizi kamu yararına, milletin hayrına madencilik yapıyor. Memleketi talan edip çıkardıkları altın, şirketlerin malı. İstersen piyasa şartlarında alırsın. Ama “yüzde 3-5 komisyon alıyorum, 3-5 bin işçi de çalıştırıyorlar” diyorsan zarar bundan çok ama çok daha fazla.
İngiliz sömürgeciliğinin en önemli isimlerinden biri olan
Cecil Rodez, 1800’lerde şöyle demekteydi: “Kolayca hammadde elde edebileceğimiz, aynı zamanda yerli halkın sağladığı ucuz köle emeğini sömürebileceğimiz yeni topraklar bulmaya mecburuz...”
Yüz yıllar boyunca dünyada sömürülmedik toprak bırakmadılar. Onların gözünde sömürdükleri ülkenin varlığı, refahı, geleceği yok. Çünkü onların refahı, sömürülen ülkelerin yoksullaştırılması, kaynaklarına el konulması üzerine kurulu. Bunun için her yolu kullandılar. Etnik ayrılıkları körüklediler, sahte raporlar servis ettiler, rüşvetler dağıttılar, bombalar-füzeler yağdırdılar.
İngilizler 1913 yılında Hindistan’dan getirdikleri sömürge askerleriyle bugünün körfez petrol şeyhliklerinin olduğu bölgeyi işgal edince, Osmanlı Sadrazamı ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa günlüğüne, “Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile itilaf çıkaramazdık” diye yazmış. Osmanlı Sadrazamı o ortamda bile hala İngilizlerle ilişkilerini bozmamaya gayret ediyordu.
Bugün Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi bu kez neoliberalizmin küreselleşme oyunuyla ülkelerin doğal kaynakları, toprakları talan ediliyor. Talan kelimesini hamaset amacıyla kullanmıyoruz. “Altın, gümüş, nikel çıkarıyoruz” diyerek sen bir ülkenin can damarları olan tarım alanlarını, ormanlarını, su kaynaklarını yok edersen bunun adı talandır.
Bakın AKP iktidarı 15 yıldır bu ülkeyi beton ekonomisine mahkum etti. Tıkandı. “Hata ettik, dikine yapılaşma yanlıştı” açıklamalarıyla günah çıkarılıyor. Şimdi bütün güçleriyle doğal kaynak talanına yöneldiler. Birileri yol gösteriyor. Ama bu dönüşü olmayan çok tehlikeli bir yol. Türkiye’nin her ilinden, her köşesinden çığlıklar yükseliyor.
Duyun bu çığlıkları!

KÜRESELLEŞME: KAYNAK ZENGİNİ FAKİR ÜLKELERDEN KAYNAK FAKİRİ ZENGİN ÜLKELERE

Bugün Türkiye altın, gümüş, nikel gibi değerli madenler ile bakır, demir, boksit ve uranyum gibi stratejik madenler nedeniyle emperyalist kartellerin hedefindedir. Küreselleşme dedikleri, kaynak zengini fakir ülkelerin kaynaklarının ne pahasına olursa olsun kaynak fakiri zengin ülkelere transfer edilmesidir.
Madencilik, dengeli, planlı ve çok yönlü bir kalkınma süreci yerine, borç batağından çıkılması, yoksulluğun ve gelir eşitsizliğinin giderilmesi amacına yönelik hammadde satışı olarak ele alındığında, ülkeler için tam bir çöküşün nedeni olmakta. Mustafa Çınkı, “Rant Lordları” kitabında detaylı olarak anlatıyor. Ekonomistler buna, “Kaynakların Laneti” adını vermiş. Maden satarak ekonomiyi kurtarmaya çalışan ülkelerde demokratik kurumlar yaşamıyor. Kalkınma hızı düşüyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfusun sayısı artıyor. Erken yaşlardaki çocuk ölüm oranı artıyor ve ortalama yaşam süresi azalıyor. Yolsuzluk oranı artıyor, gelir eşitsizliği artıyor. Ekonomik şoklara dayanıklılık azalıyor. İç savaş yaşama riski artıyor.

İNCİL’DEKİ ALTIN ÜLKE

Türkiye’nin her bölgesinde, her ilinde, her dağında, ovasında at koşturan uluslararası karteller kendi internet sitelerinde hissedarlarına, İncil’deki Altın Ülkeyi (“The Bible’s Land of Gold”) bulduk diyorlar. Ardından da “Burada para basıyoruz” diye de (“Generating Robust Free Cash Flow”) övünüyorlar. Elbette bugün artık yerlileri ikna için eskiden Afrika’da olduğu gibi “İncil”i değil yeşil dolarları kullanıyorlar. Ormanlarımızı, yaylalarımızı, meralarımızı, tarım alanlarımızı, köylerimizi, su kaynaklarımızı bin bir yalan söyleyerek korumasız bırakılmış köylülerimizden, milletimizden alarak, arazileri ve altındaki madenleri mülkleri haline getirerek bir sömürge mantığıyla hareket ediyorlar.

En son Hekimhan’ın CHP’li Belediye Başkanı Turhan Karadağ, “Bu topraklara siyanür sokmam” diye haykırıyor. Valisi, kaymakamı, Büyükşehir Belediye Başkanı, ilgili bütün bakanlıklar onaylamış Hekimhan Belediye Başkanına da “imzala” diye dayatıyorlar.

Altın-gümüş madeni başka madenlere benzemiyor. Dünyada yıllık toplam üretimi sadece 3 bin 200 ton civarında olan altın, milyarlarca ton üretilen diğer bütün metallerin toplam üretim atığının ortalama 8 katını tek başına yaratıyor. Üstelik bu atık, bir cevher zenginleştirme atığı olmayıp, toksik bir kimyasal proses atığıdır. Dünyada her yıl milyarlarca ton kimyasal atık oluşturan altın üretimi, getiri/götürü açısından bakıldığında kaçak nükleer atık depolamaktan daha ahlâk dışıdır.
Ama bu madenlerin peşinde koşanlar güçlü. Paraları var. Reklam veriyorlar. Siyasette de etkililer. Medya organlarının çoğunda ya ortaklıkları var ya da bizzat sahipleri.

ROMA KULÜBÜ

Roma Kulübü, 40 yıl önce yayımlanan ‘Büyümenin Sınırları’ (‘The Limits to Growth') adlı raporla o yıllarda ekonomisi sürekli büyümekte olan Batı dünyasını sarsmıştı. Raporda özetle dünyanın kaynaklarını bu hızla ve bu şekilde tüketirseniz 2000’li yıllarda sona gelineceği anlatılıyordu. Norveçli akademisyen Jorgen Randers, yakın zamanda yayınlanan ‘2052’ adlı raporunda ise insanlık ve dünya için daha da karanlık bir tablo çiziyor. Randers, gelecek 40 yıl zarfında doğanın birçok sınırının ihlal edileceği ve küresel ısınmanın çok sayıda afete yol açarak 2052’den sonra daha da güçleneceği öngörüsünde bulunuyor.

HİLELİ GEREKSİNİM

Prof. Aykut Çoban, kapitalizmde metaların önemli bir bölümünün “hileli gereksinim” olarak ortaya çıkarıldığını belirterek, altının da bir “hileli gereksinim” olduğunu vurguluyor. Hileli gereksinim, yani insanların aslında gereksinim duymadıkları bazı nesneleri (altın gibi) gereksinim duyarmışçasına tüketme eğiliminde olması. Altın bazı bilişim, iletişim sektörlerinde ve kısmen de tıpta çok dar bir alanda gereksinim duyulan bir metaldir. Ancak gerçek gereksinimi çok dar bir alanla sınırlı olan altın, toplumsal yaşamda bir yatırım aracı olarak ya da takı, gösteriş, şatafat nesnesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani aslında gerçek bir “gereksinim olmayan” bir ürün için doğayı tahrip ediyoruz.

EKOKIRIM

Yaşanan ekokırımdır. Ekokırım (ecocide) savaş zamanında suçtur. Ekokırım barış zamanında da yapılırsa suç olmalıdır. Bu suçu işleyenler Uluslararası Ceza Mahkemesi'nde insanlığa karşı suç işlemekten yargılanmalıdır ve yargılanacaklardır da. Çünkü dünyanın herhangi bir yerindeki yıkım yani ekokırım, hem kısa hem uzun vadede çok geniş bölgeleri doğrudan etkiliyor. Fırat’ı zehirlerseniz Ortadoğu’yu zehirlersiniz. Gediz’i zehirlerseniz Ege’yi zehirlersiniz. Karadeniz’de ormanlar giderse fındık da kalmaz hamsi de.
Ekoloji mücadelesi özünde doğayı ticari meta haline getirmeye çalışan, hileli gereksinimler için doğayı katleden kapitalistlere karşı bir mücadeledir.

Acı olan ne biliyor musunuz… Ben sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değil, bu ülkeyi yönetme iddiasıyla siyaset yapan muhalefetin de bu konunun önemini kavradığı düşüncesinde değilim. Türkiye’nin bu en çok can yakan sorunu karşısında, kapitalist güç odaklarını küstürmemek, sermayeye şirin gözükmek için sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Vatandaşların çığlıklarına, acılarına sessiz kalmayan Uğur Bayraktutan, Mustafa Adıgüzel, Hasan Ören gibi bazı bölge milletvekilleri dışında sesini çıkarması gerekenler sessiz. Kapı arkalarında utangaç ve ürkek, “Biz iktidara gelince gerekeni yapacağız” mesajları veriyorlar. Siz bugünden ne yapacağınızı, kime karşı mücadele vereceğinizi ilan etmezseniz nasıl ikna edici olacaksınız?
Ben onların da Lapseki köylülerinin, Fatsa’lıların, Erbaa ve Taşova çiftçilerinin, İliç’li, Kemaliye’li vatandaşların hislerini kavrayamadıklarını düşünüyorum. Zaman olaylar üzerine yapılan günlük açıklamalar değil, geleceğe dönük bir perspektif belirleme zamanı. Susarak değil, neye karşı olduğunuzu net bir şekilde ortaya koyarak ikna edici olabilirsiniz.

SANATÇILARA ÇAĞRI

Satırlarımı bu ülkenin şairlerine, yazarlarına, sanatçılarına, müzisyenlerine seslenerek bitirmek istiyorum: Şiirler yazmalısınız, besteler yapmalısınız ormanların çığlığını duyuracak; tuvaller anlatmalı yok edilen karacaları. Dile getirmeli evleri yıkılan, çocukları katledilen geyiklerin, boz ayıların acısını. Romanlar yazılmalı bir çırpıda kesilen yüz binlerce ağaç için. Akamayan derelerin sesi, balıkların nefesi olmalısınız. Sanatçılar, müzisyenler, şairler ve yazarlar bu ülkenin ruhu, bu ülkenin duyguları, katliamın tanığı olmalısınız. Susma zamanı değil. Yeşiliniz, nefesiniz, yudumunuz, geleceğiniz elinizden alınıyor… Küsmek, darılmak değil… Konuşma zamanı, söyleme zamanı, anlatma zamanı.
İbrahim Gündüz

Bu haber 929 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum