23 NİSAN 1929'A KADAR

23 Nisan 2020 - 17:42

Yunan ordusu Pasaport'tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos etekleri zil çala çala koşmuş, haçıyla takdis edip, "evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız" diyerek yere kapanmış ve ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.


Aniden... Uzun boylu, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, elinde revolver. Bastı tetiğe, trak trak trak! Efsun alayının sancaktarı karpuz gibi düştü atının sırtından. Panik... Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Hasan Tahsin'di o çılgın Türk. Henüz 30'unda.
Hükümetimiz "bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin" diyordu hâlâ... Teori'yle pratik'in kesiştiği insan ise, vakit tamam demişti, Anadolu'ya geçiyoruz. Böyle başladı macera.
Ateşten gömleği giymişti ulus, aktı gitti, aylar yıllar, canlar... Bir zamanlar Yunan Orduları Başkomutanlığına getirilen Georgios Hacıanesti İzmir’de gazetecilerle sohbet ederken "Bütün cepheyi dolaştım, ama Mustafa Kemal adında bir komutana rastlamadım" demişti.
Takvimler 30 Ağustos 1922'yi gösterdiğinde, yer gök yarılıyor, Yüzbaşı Kanellopulos, şöyle yazıyordu hatıra defterine "Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz."
Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu aslında... Çıktı bir kayanın üstüne Mustafa Kemal, haykırdı karanlığa, 
"Eyy Hacıanesti nerdesin, gel de kurtar ordularını!"
Kudurmuştu Ali Kemal...(Şimdiki İngiltere Başbakanı Boris Johnson'un dedesi) Büyük gazeteci! Kin kusuyordu köşesinden, "bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir..."
O "mahluk"lardan biriydi İzmirli süvari teğmen Yıldırım... 18 yaşında. Vurulmuştu. 40 derece ateşli olmasına rağmen hastaneden kaçmış, cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu'nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.
Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü'ne... Gözleri Fatma'ya takıldı, 15'inde... "Taze incir gibi" dediler, sırıtarak... Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti. Alev alev. Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.
Teğmen Şevket, Uşak'tan geçiyordu o sırada... Sakarya'da şehit olan Yüzbaşı Basri'nin anacığı yakaladı kolundan, "Basrim nerde?" diye sordu. İçi çekildi Şevket'in, boğazı düğümlendi... "Arkadan geliyor ana" dedi. Söyleyemedi gerçeği... Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, "kendimi asla affetmedim" diye yazdı, o güne dair hatırasını.
Albay "deli" Halit, belinin sağında "namuslu" dediği tabancasını, belinin solunda "namussuz" dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye "namuslu"yla sıkıyor, işgalciden korkup geri kaçana "namussuz"u gösteriyordu, "tercih senin yiğidim, istersen buyur kaçmayı dene!"
"Deli"ren biri daha vardı... İstanbul'daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Yırttı elindeki haritayı, fırlattı duvara, "bu hızla yarın İzmir'e girerler" dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bi ordan bi burdan dalan, hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki süvari tarafından lokma lokma bölünüyordu.
İzmir'e ilk giren süvari olma "şeref"i, İzmirli soyadını alan, Yüzbaşı Şeref'e nasip oldu. Bismillah ilk iş, koştu Şeref, Hasan Tahsin'in düştüğü yere, Hükümet Konağı'nın alnı kabağına dikti al sancağı... Asteğmen Besim, Kadifekale'ye varmıştı bile.
Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve'deydi, Mustafa Kemal, seyrediyordu.
Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya... Sona ermişti. Böyle gelmiştik 19 Mayıs’lardan, 23 Nisan’lardan, 29 Ekim’lerden
Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam tutma görevini 19 Mayıs’ta Gençlere verdi. 
23 Nisan’da da Türkiye Cumhuriyet’inin geleceğini çocuklara emanet etti.
Bu ülke, bu vatan atalarımızdan bize, bizden de gelecek nesillerimize mirastır.
Sedat Hakkı Kabadayı