YAMA BİR TOP VE BİR EFSANENİN ANATOMİSİ.. DEVRİMCİ Mİ, GERİCİ Mİ, SİZ KARAR VERİN?..

24 Ocak 2021 - 18:31

ADNAN SUNGUR YAZDI:

  Bundan birkaç yıl önce gazeteci ağabeyim İhsan Öksüz ile ziyaretine gitmiştim… 80’nici yaşını sürüyordu ama fiziki olarak çok dinamik olarak ayakta karşılamıştı bizi… Güler yüzlüydü. Gözleri hala çakmak gibiydi. Kendini emekliye ayırmıştı, işlerini çocuklarına devretmişti… Evinde istirahat ederek geçiriyordu günlerini… Gerçi yalnızdı ve mutlaka o eski etrafını saran yüzlerce insanın bir bakış atmasını beklediği, selam için kafasını aşağı yukarı hareketlendirdiği andaki mutlu olan insanları hala etrafında görmek isterdi kuşkusuz… Ama hayatın bir gerçeğiydi… Zirvedeyken dalkavuklarla sarılırdı etrafın, düştüğünde birkaç gerçek dostun kalırdı yanınızda… Bir köşede ölümü beklerdin eski günleri anarak…    Cenazen kalabalık olurdu kuşkusuz ve gelenlerin büyük bölümü seninle yaşadığı anıları anlatırdı etrafındakilere… Ne kadar da yakın olduğunuzla övünürdü belki de… Cenaze töreni bittiğinde de sanki hiçbir dünyadan dev bir insanın geçtiğini hatırlamazdı bile büyük çoğunluk… Her ölüm yıldönümünde de sanırım mezarının başında toplanırdı bir kısım insan…    Hepsi bu…   O UNUTULMAZ YAMA VE SIÇRAMAYAN TOPUN PEŞİNDE SÜREN BİR ÖMÜR…   Biz asıl konumuza dönelim isterseniz. Evet dimdik ayaktaydı ama beyni yorgundu belli ki… Doktorların teşhisine göre alzaimer olmuştu… Onunla bir saate yakın sohbetimizde beynime çivi gibi çakılan sözleri oldu… Sohbette hangi konu açılırsa açılsın aklından çıkmayan tek şey vardı sanki ve ağzından hep şu cümleler dökülüyordu: “O günlerde yoksulluk vardı. Daha çocuktuk. İmkanlarımız şimdiki gibi değildi. Yamalarla sarılmış, iple bağlanmış ve çok az sıçrayan bir topumuz olduğu gibi, kendimizi sokağa atardık. Peşinden saatlerce koşardık. Şimdiki gibi çok sıçrayan kaliteli toplar yoktu ki… Bazen yama topumuz da olmazdı. İyi futbol oynayamayan ama yama topu olan arkadaşları da takıma alırdık. Ne güzel günlerdi onlar….”   Tarihi başarıları konuşurken de, yaylalardan, iş hayatından söz ederken de, “O günler yoksulluk vardı. Yama top yapardık….” şeklinde başlayan sözleri dökülüyordu hep dudaklarından… Bir de İhsan ağabeyin söylediğine göre bir tek beni tanımıştı. Çünkü oturma odasında bizi karşılarken, “Oooo, Adnan Sungur sen de geldin mi? Hoş geldin” demişti.   Evde kaldığımız süre içindeyse çocukluğunda yaşadığı o kağıttan yapılmış top ve anılarını belki de 20 kez tekrar etmişti. Bizim de aklımıza hep psikologların sorunlu insanlarla ilgili teşhisi koyarken, “Çocukluğuna gidelim” sözleri geldi o anda…. İhsan ağabey, evden çıktıktan sonra, “Seni nasıl hatırladı?” diye sorduğunda da, “Sanırım çocukluk anılarının yanında bir de benim aleyhine yaptığım haberler ve yazdığım yorumlar belleğine kazınmış, çocukluk anıları gibi” diyerek iç geçirdim…   Benim de çocukluğumun masal kahramanının belleğine kazınan iki olgunun sıçramayan, telle sarılmış yama top ve bir de ben olduğunu düşünürken, 1970’lerden, bugünlere kadar Trabzonspor tarihi bir film şeridi gibi beynimin içini delip geçti…   Beni bir kenara bırakırsak, belli ki o büyük Efsane, hayatını kazandığı, zirveye çıkmasını sağlayan gerçek futbol topunu değil, kazandığı sayısız büyük kupaları, Türk futbolunda yarattığı inanılması olanaksız devrimini değil, çocukluğunun o imkansızlık günlerinin yama topunu seviyor ve hatırlıyordu sadece… Zaten o yama top değil miydi hayatının yönünü belirleyen, onu Türkiye’nin futbol dünyasındaki en önemli isimlerinden biri olarak unutulmaz kılacak olan… Tabii ki yama top deyip geçmemek gerek… O yama top, ya da tüm yama toplar olmasaydı doğmayacaktı belki de Trabzonspor efsanesi…   Kim bilir!…   BİR ZEKA HAZİNESİYDİ O!…   Onu ilk tanıdığımda 14-15 yaşlarında bir çocuktum… O da 35’li yaşlarda bir delikanlıydı. Orta okulun son, lisenin ilk yıllarında okulu kırar, Avni Aker’e koşardım. Trabzonspor idman yapardı. Şenol Güneş’in koruduğu kaleyi dönemin büyük yıldızları şut yağmuruna tutardı. Ben de kalenin hemen yanında, auta giden toplara uçar, yakalar ve yeniden sahaya atardım. Bu kalbimin tek sahibi takımı çalıştıran teknik direktör farkıma varsın. “Gel buraya genç, sen iyi bir kalecisin. Bundan sonra Trabzonspor’da oynayacaksın” demesini beklerdim!…   Ama böyle bir söz hiç çıkmadı ağzından… Hayal kırıklığım büyüktü. Çocukluğum ve gençliğimde kaleciliğe çok hevesliydim, yetenekliydim de… Ama babamın futbola olan düşmanlığı lisansiyer bile olmama izin vermemişti. Hüseyin Avni Aker’in kale arkalarında auta giden toplara uçmam da işe yaramamıştı!..   Bir yandan kahkahayla gülerken, diğer yandan iğneleyici sözleriyle karşısındaki insanı ‘ti’ye alması, ama bunu çok ince bir zekayla yapıp, muhatabını çok da rencide etmemeye çalışması nasıl da zehir gibi çalışan bir beyne sahip olduğunu göstergesiydi aslında… Trabzonspor’un şampiyonluklara ambargo koyduğu ve klasikleşmiş, Şenol, Turgay, Necati, Kadir, Cemil, Ali Yavuz, Bekir, Hüseyin, Ali Kemal, Necmi, Ahmet 11’inden oluşan 1975-78 kadrosundan 10 ismi tahtaya yazıp, malzemeci Mehmet Yazıcı’ya, “Sana da kaleciyi seçme hakkını veriyorum. Kimi istersen onu oynatacağım” demesi yok muydu? Bazen de 9 numarayı boş bırakıp, “Buraya istediğini yaz Mehmet” sözleri unutulabilir mi? Çaresiz Mehmet Abi’yi, “Hocam Şenol’u oynatalım” veya, “9 numaraya Ali Kemal’i yazayım” demek zorunda bırakmasından sonra, “Bak, sonra takım yaparken benden fikir almıyorlar diye sitem etme” şeklindeki esprisiyle soyunma odasının o kasvetli havasını dağıtması hatırlanmaz mı?     Ya Sarıyer’i çalıştırırken, kendisine hesap sormak isteyen yöneticileri yerle bir etmesine ne demeli… Yenildikleri bir maçtan sonra yöneticiler tarafından hesaba çekilmesi üzerine, “Tamam, bundan sonra takımı siz yapacaksınız. Alın elinize kağıdı kalemi ve bana 11 kişilik bir kadro yapın. Gelecek maçta o takımı sahaya süreceğim” sözlerinin ardından yöneticileri 11 kişilik kadroyu yapmak için harıl harıl çalışması yok mu? Aynı yöneticiler 11’i kağıda döktükten sonra takımın starları olan, “Yahu Çelebiç’i, Sercan’ı unuttuk” şeklinde sözler sarf etmeleri üzerine, “Bakın, siz kaybedilen bir maçtan sonra bile 11 kişilik kadroyu kuramıyorsunuz. Ben o kadroyu maçtan önce yapmak zorundayım. Herkes bildiği işi yapsın” diyerek, her birini özür dilemek zorunda bırakması ve yüzlerini kızartması unutulabilir mi?   Kimden mi söz ediyoruz?   Tabii ki Türk futbolunun efsane teknik direktörü Ahmet Suat Özyazıcı’dan.. Anadolu’ya, şampiyonluğu taşıyan ilk teknik direktör olmanın gururunun ait olduğu insandan yani…Yumuşak huylu ve futbolcuya, yönetime taviz verir gibi gözüken ama gerektiğinde en radikal kararlara imza atmaktan çekinmeyen bir şahsiyetten… Elde ettiği büyük başarıları bir başkası elde etseydi sırça köşklerinden aşağılara inmeyecek milyonlarca insan varken, hayatının neredeyse tümünü toplumun sosyolojik olarak en alt kesimleriyle yürüyerek sürdürmenin alçak gönüllülüğünü de göstermişti hehimize… Kendini elit tabakanın arasında rahatlıkla kabul ettirebilecekken, halk adamı kalmanın erdemlerini hatırlatmıştı tüm çevresindekilere…   O, şampiyonluklarıyla yeni bir çağ başlatmıştı futbolumuzda ancak o asıl büyük devrimi, İdmanocağı’nda teknik direktör-kaptan olarak görev yaparken, valizlerini toplayıp Trabzonspor’un yolunu tuttuğunda yapmıştı. Belki de o eylemi Trabzonspor tarihinin değişmesine ve yeniden yazılmasına neden olmuştu…   AMATÖR KÜMEDE OYNAMAYI BİR TÜRLÜ İÇİNE SİNDİREMEDİ   Hikaye şuydu: Futbol Federasyonu il takımları oluşturup bunları 2’nci lige alma kararı vermişti. Bu çalışma 1962-63 sezonunda birçok ili harekete geçirmişti ve kurulan takımlar da 2’nci ligde boy göstermeye başlamıştı. Trabzonspor da işte bu aşamada kurulacaktı.. Ancak İdmanocağı ayak diriyor onların önderliğinde, renkleri sarı-kırmızı olacak bir kulüp istiyorlardı. Bu da başta İdmangücü olmak üzere hiçbir kulüp tarafından kabul edilmiyordu. Bunun üzerine Trabzonspor 1966’da İdmanocağı dışarıda bırakılarak İdmangücü, Martıspor, Karadenizgücü’nün birleşmesiyle kurulurken, aslında en önemli ayağı eksik olarak Türkiye’de boy göstermeye başlamıştı. Olay mahkemelere taşınmış,, kavga gürültü arasında Kırmızı-Beyazlı Trabzonspor mücadelesine başlamıştı.    Statü gereği 2. Ligde mücadele eden takımlarının bulunduğu illerin amatör şampiyonları da deplasmanlı olarak profesyonel maçlardan önce sahne alıyorlardı. Her gidilen statta, “Asıl Trabzonspor önce oynuyor, ikinci takım sonra sahaya çıkıyor” yorumları yapılıyordu. Çünkü İdmanocağı gerçekten çok kaliteli oyunculara sahipti. Bu kulüp için antrenör-kaptan-oyuncu büyük bir simgeydi Ahmet Suat Özyazıcı…   Kısacası Metin Oktay, Galatasaray, Lefter Büyükandonyadis Fenerbahçe, Baba Hakki (Yeten) Beşiktaş için neyse, Özyazıcı da, Sarı-Kırmızı kulüp için aynı anlamı taşıyordu. Özyazıcı ise kafaya koymuştu. İdmanocağı mutlaka Trabzonspor ile birleşmeli ve artık 2. Ligde oynamalıydı. Amatör takımlara karşı oynamaktan bıkmıştı. Ve bir gün kulüp yönetimine, “Ya Trabzonspor ile birleşirsiniz, ya da Haziran ayının sonunda ben giderim” diye ültimatomu vermişti.   İdmanocağı yönetimi de, taraftarı da, futbolcusu da Ahmet Suat Özyazıcı’nın böyle bir eylemi yapacağına asla inanmıyordu. Ama Özyazıcı, verdiği tarihten bile önce Trabzonspor’la sözleşme imzalamıştı. İdmanocağı kulübünde bu olay büyük şok yaratmış, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. En önemli değerleri kendilerini terk etmişti. Diğer futbolcuların da gitmesini engelleyemezlerdi. Artık bu olay bir çorap söküğüne dönüşebilirdi. Bir yandan da Futbol Federasyonu ve Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün (Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü) dayatmaları vardı ve artık umutları tükenmişti. Ahmet Suat Özyazıcı’nın ayak izlerini takip etmekten başka çareleri kalmamıştı ve sonunda birleşme kararına imza atmışlardı.   İDMANOCAĞI’NIN İNADINI KIRIP, TRABZONSPOR DEVRİMİNİN HARCINI KOYAN İSİMDİ   İşte Sarı-Kırmızılı kulüpten ayrılık ve Bordo-Mavili renklere yelken açma hikayesi belki de Türk futbolundaki devrimin başlangıcının en önemli adımıydı. İdmanocağı’nın yetenekli oyuncularının da geçişiyle birlikte artık daha da güçlü bir Trabzonspor vardı sahada ve 1. Lige çıkmak sadece yönetimin doğru hamlelerine ihtiyaç duyuluyordu. Bu da gerçekleşti sonra efsane başkan M. Şamil Ekinci ve teknik direktör Ahmet Suat Özyazıcı’nın önderliğinde Anadolu Devrimi’ni yaratan, büyük Trabzonspor doğmuştu…   Trabzonspor 1. Lige yelken açarken, Ahmet Suat Özyazıcı yardımcı olarak Özkan Sümer’i seçmişti. O da hırslı, bilimsel düşünceye açık, vizyonu yüksek, ilkeli ve radikal bir isim olarak biliniyordu. Özyazıcı, onu yardımcısı yaparken aynı zamanda en büyük rakibinin de önünü açıyordu. Uzun yıllar sürecek büyük bir rekabetin taşlarını böylece ören isimdi Özyazıcı… Görevi bırakırken de yöneticilerin çaresizce, “Takımın başına kimi getireceğiz şimdi?” diye sorusuna karşılık, “Özkan Sümer var ya! O bu işin altından kalkar” diyerek kulübün çıkarlarını ne kadar da düşündüğünü ve insan tanıma yeteneğinin nasıl da güçlü olduğunu gösteriyordu aslında…   Ahmet Suat Özyazıcı ile Özkan Sümer’in tatlı rekabeti Trabzonspor’un 10 yıllık futbolun yenilmez armadasını doğurmuştu. Ancak devir değişiyor ve paranın gücünün tüm gelenekleri, değerleri yıkmaya yeteceği yeni bir süreç başlıyordu… Futbolun endüstriyel hale gelmesi süreci 1980’li yıllarda başlamıştı ve 1984’de de Trabzonspor şampiyondu…   Bu şampiyonlukların süreceğinden kimsenin şüphesi yoktu. Oysa o şampiyonlukların hepsi bir bilgi, birlik, emek, vizyon, birlikte düşünüp, beraber uygulamanın ve sahiplenme duygusunun ürünüydü. Parayla, kişisel güçle her sorunun çözüleceğini, her kapının açılacağını düşünenler fena halde yanılmıştı. Trabzonspor, İran’a giden kamyonlardan, sinema biletlerinden pay alarak, sigara, çay üreterek, sokakta taraftardan teberru toplayarak, İstanbul’daki, Trabzon’daki dayanışma gecelerinden elde ettikleriyle ve tüm bunların yarattığı büyük değeri çok arayacaktı.   Dayanışma ruhunun yerine, kişilere tapınma almıştı ve bu da kişileri kutsallaştırırken, Trabzonspor’u adım adım eritmiş, bitirme noktasına getirmişti.   Trabzonspor’un Türkiye 1. Ligi’nde 1983-84’ün son şampiyon teknik direktörü Ahmet Suat Özyazıcı ayrıca Türkiye Kupası ve Cumhurbaşkanlığı kupasını da müzeye götürmesine rağmen, Mehmet Ali Yılmaz ve yönetiminin onunla yola devam edilmemesi kararıyla yıkılmıştı. Yerine Özkan Sümer getirilmişti. Yeni umutlar besleniyordu. Oysa bu artık sonun başlangıcıydı. Aslında büyü Özyazıcı’nın göreve devam etmemesiyle bozulmuş, bir gelenek yerle bir edilmişti. Güç kazanırken, Trabzonspor kaybetmişti.   O AYRILIŞ BELKİ DE TRAZONSPOR’UN BÜYÜSÜNÜN BOZULDUĞU ANDI   Çünkü şampiyon teknik adamla yola devam edilmemesi Trabzonspor’da her türlü değerin kolayca çiğnenebileceğine ve doğru dürüst bir tepki de almayacağına ilk kanıttı. En önemli bağ çözülüştü. Sonra Sümer’le de çok kolay yollar ayrılıyordu. Ahmet Suat Özyazıcı’nın yerine gelirken, pek bir karşı duruş sergilemeyen Özkan Sümer bu kez, “Hasta yatağımdan beni idam sehpasına götürenler…” diye başlayan meşhur nutkunu çekiyordu ama artık Atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Sundermann göreve geldiğinde ve Özyazıcı’ya bu isim sorulduğunda, “Sonderman oradaysa ilk derman burada” şeklinde ince bir göndermede bulunuyordu. Ama ne Sundermann ‘sonderman’ olabilmiş, ne de ilk derman Ahmet Suat Özyazıcı bir daha Trabzonspor ile o eski günlerin görkemli zaferlerine bir daha ulaşabilmişti.   Özyazıcı için, “Vizyonu yok, gelişmelere kapalı” şeklinde tepkiler verilirken o, İngiltere’ye giden yakın arkadaşlarından son antrenman tekniklerini içiren kitaplar getirtiyor, Tan-Dem savunmayı Necati-Kadir ikilisiyle ilk o hayata geçiriyordu. günümüzde Gökhan Gönül-Caner Erkin ikilisinin savunmanın sağı ve solu olarak yarattıkları hücum zenginliğini o 70’Li yıllarda Cemil Usta (Dozer) ve Turgay Semercioğlu ile birlikte uzun yıllar hayata geçiriyordu.   ŞAMPİYON OLACAĞINI BİLDİĞİ HALDE İDDİALI KONUŞMAYAN BİR FENOMENDİ   Trabzonspor tarihinin en önemli yapı taşlarından biri olmasına ve müzeyi kupayla doldurmasına rağmen mütevazı bir kişilikti Ahmet Suat Özyazıcı… Kemeraltı-No:6’daki meşhur zücaciye dükkanı en sıradan vatandaşları da, en önemli bürokrat ya da siyasetçiyi ağırlayabiliyordu. Her birine aynı güler yüzlü yaklaşımı sergilemeyi becerebilen nadir insanlardan biriydi… Boş zamanlarında Kemeraltı’ndaki kahvehane’de Hikmet Onur ve Faik Arıkan başta olmak üzere yakın arkadaşlarıyla tavla partileriyle meşhurdu… Tavla oynanan masanın etrafı H. Avni Aker’in bir başka versiyonu gibiydi. Çünkü tribünler tıklım tıklım olurdu.   Ama belki de en önemli hatasıydı da bu… Çünkü baba mesleğinden ve arkadaşlarından bir türlü kopamıyordu. Oysa o zamanlarını dünyayı dolaşarak, yeni yeni çalışmaların içine girerek vizyonunu daha da üstlere taşıyabilir, Trabzonspor’a sadece teknik direktör olarak değil, yönetici, başkan ve birçok başka alanda hizmetler verebilirdi. Zekası da aklı da, tüm bunlar için yeterliydi. Onu Özkan Sümer’den ayıran en önemli özelliklerden biri de buydu. Sümer, kenara atıldığında savaştan asla kaçmayan bir kimlikti. Özyazıcı ise kaderine razı gibi, bekle-gör politikasıyla birlikte kıymetinin yeniden anlaşılmasını tercih ederdi.   Tuttuğunu koparmaktan çok, verilene razı olmak bir ölçüde yaşam felsefesi gibiydi.   Trabzonspor en güçlü olduğu zamanlarda bile asla, “Şampiyon olacağız” ifadelerini hiç kullanmadı, “Şampiyonluk için rakiplerin puan kaybetmesi gerekir. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş’ın puan kaybetme garantileri var mı? Biz mücadelemizi yapacağız, bu bizi nereye götürürse oraya talibiz” demekle yetinirdi. Parayı çok sevdiğinin söylenmesine karşın, onca şampiyonluğa uzandığını dile getirmez, hiçbir zaman Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray teknik adamlarının dörtte biri kadar bile bir paraya asla çalışmadı. Hep kulübünü düşündü ama buna rağmen ismi hep, “Parayı çok sever” şeklinde anıldı.   DİSİPLİNİ YOK DİYE BİLİNİRDİ AMA GEREKTİĞİNDE ACIMASIZDI   Disiplininin zayıf olduğu söylenirdi ama onun stratejisi, “Takıma yararlı olan futbolcuyu sonuna kadar kullanmak, eğer zararlı olmaya başlamışsa, sezon sonunda kapının önüne koymak” şeklindeydi. Bu noktada en önemli örnek, Ali Kemal Denizci, Kadir Özcan, Cemil Usta, Bekir Barçın gibi isimlerle 3 büyük kupayı kazanıp, sonra da, “Bu isimler mutlaka satılmalı” raporu vermesi olsa gerek… Oyuncuyu bir sezon boyunca kullanıp, en iyi verimi alıp sonra da kapının önüne koyma ilkesini bir kez çiğnemişti sadece… Yine Trabzonspor tarihinin en pahalı transferi ve döneminin en yetenekli, en önemli oyuncusu Osman Denizci’nin bir maçta oyundan alınması nedeniyle kramponlarını yedek kulübesinin önüne atması sonrasında ona forma vermeye devam edebilirdi. Takım şampiyonluğa giderken Osman’a bir kez bile forma vermedi, kadro dışı bıraktı. Osman’ı neden oynatmadığını soranlara da, “Onun kramponları yok ki” şeklinde ince göndermeyi de yapan bir isimdi.    O kadar zekiydi ki, idmana sırtını döndüğünde dahi futbolcuların ne yaptığını sezerdi, birçok kişi, “Onun arkadan da gözleri vardır” derdi…   Zekiydi ve futbolcuyu yetenekleriyle kullanmak isterdi. Çok sıkmazdı. İdmanları da daha hafif geçerdi. Özkan Sümer ile ayrıldığı noktalardan biri de buydu. Sümer, bir oyuncunun yeteneklerini kullanmasına bazen izin vermezdi bile ve bunun takım oyuna zarar verdiğini ifade ederdi. Hatta onları hiç olamayacakları şekilde yeni yeteneklerini ortaya koymaya zorlardı. Özyazıcı ise daha özgür bırakır, oyuncuya göre sistemi oluşturur ve başarıyı böyle yakalardı. Sümer de kendi sistemiyle başarılı olurdu. Belki de en doğrusu ikisinin sisteminin ya da anlayışının tam ortasıydı. Yani Sümer-Özyazıcı sentezi bir teknik direktörün zirveye ulaşmasının, çok başarılı olmasının en önemli koşuluydu belki de…   KİNDAR OLDUĞUNU SÖYLEDİLER AMA BUNA TANIK OLMADIM HİÇ!   Gazeteciliğe başlamıştım. Karadeniz Gazetesi’nde sık sık aleyhine haberler yapıyordum. Bilimsel düşünceye daha yatkın gördüğümüz Özkan Sümer’e sempatim fazlaydı. Ahmet Suat Özyazacı’yı daha çok doığmatik düşüncelerin temsilcisi olarak görürdüm. O’na sürekli muhalefet eden isimlerin başındaydım… Tabii ki yüzünü ekşittiği de olurdu ama asla küsmez, tepki göstermezdi. En yoğun muhalefet yaptığımız dönemde, takımın idmanı tesislerden Boztepe’ye alınınca yürümek zorundaydım. Takım otobüsü yanımda durduğunda ve otomatik kapısı açıldığında, “Sen bize muhalefet yapıyorsun ama seni buradan Boztepe’ye yürütemem. Gel otobüse, idmanı izler, yine bizi eleştirirsin” demesini unutmam mümkün mü?…   Özyazıcı’yı en çok eleştirdiğim konuların başında da genç oyunculara çok iyi gözle bakmadığı düşüncesine sahip olmamızdı. Bunun yanında onca büyük başarısına rağmen Trabzonspor dışında takım çalıştırmamasıydı. Yıl 1986’nın sonlarıydı. Hasan ağabey (Kurt) Tercüman Gazetesi Trabzon temsilcisiydi. Trabzonspor iyi gitmiyordu, kötü de futbol oynuyordu. Taraftarından yöneticisine, gazetecisinden taraftarına kadar herkes eleştiriyordu. Hasan ağabey, Tercüman Gazetesi’de bir haber yapmıştı, Ahmet Suat Özyazıcı’nın açıklamalarına yer vererek… “Beni cahiller eleştiriyor” manşetiyle çıkmıştı haber…   Ben de bu haberin kupürünü kullanarak, “Kim Cahil?” manşetiyle geniş bir haber kaleme almış ve Karadeniz Gazetesi’nde yayınlamıştım. Bu haberde, “Seni, başkan ve yönetim, basın, taraftar eleştiriyor. Bunlar mı cahil)” diye sorup sonra da, “Senin dümen suyuna gidip, alkışlayanlar mı kültürlü?” şeklinde içeriği olan bu haber çok ses getirmişti. O hafta Beşiktaş maçı vardı ve Trabzonspor 3-0 yenilince Ahmet Suat Özyazıcı istifa kararı almıştı. Basın toplantısında, “Kırşehirli Şamil Ekinci’nin gazetesi Karadeniz’de Adnan Sungur’un yıpratmaları nedeniyle istifa ediyorum” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Bu tabii ki çok üzüntü vericiydi. Ama taraftar istifadan memnundu ve görenler beni tebrik ediyor, birçok kişi de arayıp, kutluyordu.   Uzun süre karşılaşmadık. Ahmet Suat Özyazıcı Bursaspor ile anlaşmıştı. Trabzonspor ile karşılaşacaklardı. Ben de Karadeniz’de işime son verilmiş ve Hürriyet Haber Ajansı’nda çalışmaya başlamıştım. Özgür Otel’de Bursaspor kampına gitmiştim. Lobide Özyazıcı, Trabzonlu dostlarıyla sohbet ediyordu. Hoşbeşten sonra bana ironik olarak, “Karadeniz’den atılmışsın, Hürriyet Haber Ajansına geçmişsin. Bak sayemde büyük gazetede yazmaya başladın” diye takılmıştı. Ayrılmamın onunla ilgisi olduğunu düşünüyordu ama işin içinde çok farklı olaylar vardı. Bunun üzerine ben de, “Teşekkür ederim hocam… Bakın siz de benim sayemde ilk kez Trabzonspor dışında bir başka takıma gittiniz ve burada kazandığınızın da iki katı para alıyormuşsunuz. Bana çok şey borçlusunuz” diye takılmıştım.   Trabzon’a dönüşünden sonra da sık sık sohbetlerimiz, röportajlarımız oldu. Onun meşhur Kemeraltı No: 6 adresine gider, saatlerce konuşurduk. Tüm eleştirilerime karşın, gönül koyduğunu, tepki gösterdiğini görmedim… Üzülse bile bunu içinde yaşar, hissettirmemeye çalışırdı.   Keşke tüm kindarlar böyle olsaydı!…   ‘SOFU’ GÖRÜNÜMLÜ RADİKAL BİR ÇAĞDAŞTI   Beş vakit namazını kıldığı, orucunu tuttuğu için ona, “Sofu” diyenlerin sayısı da bir hayli fazlaydı. Gericilikle itham edilirdi durmadan. Ancak tartışılmasının bile sakıncalı görüldüğü zamanlarda, Ramazan ayında futbolcuların oruç tutup tutmayacakları konusunda, “İslamiyet’te en büyük ibadet çalışmaktır. Futbolcu da çalışırken ibadet yapıyor. Önce futbolunu oynayacak. Maç ve idman olmadığı zamanlarda da orucunu tutacak, ibadetini yapacak” diyebilecek kadar radikaldi. Oysa çağdaş görünümlü yerli ve yabancı teknik adamlar, “Bu konuda kararı futbolculara bırakıyoruz” diyebilecek kadar ikiyüzlüydüler.   Ahmet Suat Özyazıcı bir filozof değildi, eylem adamıydı. O, süslü cümleler kurmayı bilmezdi, halkın içinde yaşar, halk gibi konuşurdu. Yaşadığı çağın neleri gerektirdiğini, nasıl bir eylemde bulunmasını gerektirdiğini mantık süzgecinden geçirip, bizzat hayata geçirirdi. Özkan Sümer ile onu ayıran temel noktalardan biri de buydu. Sümer bir teori oluşturur ve bunu eyleme koyarken, Özyazıcı, pratik neyi gerektiriyorsa zamana oynar ve uygulardı. Topluma yeni bir vizyon kurmazdı. Onun vizyonu HAMSİ Modeliydi. Yani, Hırs, Mücadele, Sistem, İnanç… Bunlar varsa başarı da kaçırılmazdır ve Trabzonspor bu sloganla büyük olmuştu.   Kavgacı değil, barışçıydı. Çatışmalardan beslenmezdi, uzlaşma yoluna giderdi.   Yani Özkan Smer Trabzonspor’un Vlademir İliç Lenin’yse, o Manaham Gandi’siydi…   Ve 1999-2000 sezonunun sonuna yakın Trabzonspor’da aktif teknik adam olarak görev yaptı büyük efsane. Dönemin yönetimi tarafından işine son verilirken, bu ayrılışın bir büyük dehanın da sahadaki son görülüşü olabileceğini kim nereden bilebilirdi ki… Özyazıcı’ya işine son verildiğine dair tebligat yapıldığında eşyalarını toplayıp tesislerden ayrılırken çok hüzünlüydü. Çünkü onun yıkımının üzerinde bina kurmak için seçilen isim profesyonel anlamda teknik direktörlük kariyerine büyük katkı yaptığı Giray Bulak’tı… Futboldu bu… Sefası da, cefası da vardı ama en çok da vefa aranırdı buralarda… Yalnız hiç bulunamazdı, ya da çok az bulunurdu vefa futbolun büyüttüğü insanlarda…   Belki de o gün, Anadolu’ya Lig şampiyonluğunu getiren ilk ve Trabzonspor’a da son şampiyonluğunu yaşatan Ahmet Suat Özyazıcı’nın futbol dünyasından bir yıldız gibi kaydığı andı. Ama o eserleriyle sadece Trabzonspor için değil, Türk futbolunun unutulmazıdır, yapılamayanı başaran bir büyük ekolün en önemli temsilcisi olarak sonsuza kadar yaşayacak. Hem yüreklerde, hem beyinlerde, hem de istatistiklerde… Bir insanı gerici ya da devrimci yapan onun özel yaşamının, size uygun düşüp düşmemesi değil, yaptığı işte çağın gereklerini yerine getirip getiremediği ve temsil ettiği kuruma çok yüksek bir çıta yükseltip yükseltmediğidir. Özyazıcı’yı da yaptığı işteki başarısı ve üretimiyle değerlendirmek gerekir sanırım.   Evet Ahmet Suat Özyazıcı’yı anlatmaya çalıştım size…   Ve siz karar verin Özyazıcı’nın devrimci mi, gerici mi olduğuna?    Biz, Ahmet Suat Özyazıcı’ya hangi yaftayı yakıştırırsak yakıştıralım gerçeği değiştirmeye gücümüz yeter mi? Sonuçta tarih bizim değerlendirmemizi tozlu rafların arasında çürümeye terk ederken, Onu ise; ‘Anadolu’ya şampiyonluğu taşıyan ilk teknik direktör ve Trabzonspor’u güçlülere karşı zirveye ulaştıran öncü lider’ olarak yazacak altın sayfalarına…   Hem de büyük bir saygıyla…