Reklam

Başarılı iş kadını Zuhal Mansfield: Çok az mıyız biz, yoksa görünmüyor muyuz?

Dünyada 120 ülkeye ayak basmış, birçok ülkeyle ticaret yapmış, pek çok kışının girişimci olmasına önayak olmuş, nevi şahsına münhasır bir iş insanı Zuhal Mansfield...

Başarılı iş kadını Zuhal Mansfield: Çok az mıyız biz, yoksa görünmüyor muyuz?

Dünyada 120 ülkeye ayak basmış, birçok ülkeyle ticaret yapmış, pek çok kışının girişimci olmasına önayak olmuş, nevi şahsına münhasır bir iş insanı Zuhal Mansfield...

Başarılı iş kadını Zuhal Mansfield: Çok az mıyız biz, yoksa görünmüyor muyuz?
14 Nisan 2022 - 13:28

DOĞAN SELÇUK ÖZTÜRK

 

Azmiyle pek çok kadına cesaret verirken, kadınları daha "görünür" kılmak adına da sivil toplum örgütlerinde aktif olarak rol alan Mansfield, yakında yayımlanacak anı kitabından bazı satırları önce DÜNYA+ okurları ile paylaşıyor...

• Zuhal Hanım, Afrika’da madenciliğe adım atma hikâyenizle başlayalım mı?

Afrika’da iş arıyordum, madenci birisi sordu: Ne iş yapacaksın? Dedim ki, “Bir mesleğim, tecrübem yok, o yüzden karın tokluğuna çalışırım. Meslek sahibi olmak istiyorum.” “O zaman gel benim madende çalış. Emin misin maaş istemediğine?” dedi. “İşi öğreninceye kadar maaş istemiyorum” dedim.

 

Bana çok komik bir yevmiye veriyordu. Sabah kahvaltısı zaten yapmıyordum, öğlen yemeğimi iş yerinde yiyordum. Akşam da çok az yiyordum. Altının çıkarıldıktan sonraki süreçlerde ayrıştırılması, eritilmesi, külçelenmesi ve pazara sokulması bölümlerinde görev yaptım. Aradan 2 seneden fazla zaman geçti. Ona artık gitmek istediğimi söyledim.

“Peki” dedi. “Meslek sahibi de oldun, artık altın alım-satım işini yapabilirsin.”

Ayrılırken veda etmek için patronun evine gittim. Bana gazeteden yapılmış kese kâğıdı şeklinde bir paket verdi. Eve geldim, paketi açınca içindeki dolarları gördüm. Şaşırdım. Birkaç kere saydım, çok paraydı. Gecenin geç saatinde, kucağımda parayla patronun evine geri gittim. Dedim, “Bana yanlış paket vermişsiniz herhalde, bunda para var.” “Tamam biliyorum. O senin istemediğin maaşların... Ben senin emeğinin karşılığını teşekkür ile ödeyemezdim” dedi.

Şu anda benim firmamda da böyledir. İster istifa etsinler, isterse başka bir sebeple çalışmayı bıraksınlar, tüm kanuni haklarını alırlar.

Ortaklığımız bitmiştir

• “İş hayatında kadın olmaya” dair anılarınız var mı?

İlk maden ocağımı 1996 yılında aldım. Ocağı aldıktan sonra kepçe, ekskavatör gibi makineler lazım oldu. TÜYAP’ta makina fuarı vardı. Önce Hitachi ekskavatör modelini inceledim: 45 tonluk, kırma, sökme ve kaldırma gücü gibi bütün özellikleri istediğimiz kriterlere uyuyordu. Stanttaki görevlilerden biri yanıma geldi.

Dedim ki “Bu makineyi alacağım, elinizde başka var mı?”

-Sadece bu var. Bir de Kawazaghi var, yükleyici.

“İyi o halde. Bunların fiyatları nedir?” deyince, adam umursamaz biçimde cevap verdi:

-Hanımefendi bunlarla Bağdat Caddesi’nde hava atamazsınız.

“Anlamadım?” dedim. Aynı cümleyi tekrar etti.

“Affedersiniz, patronunuzu çağırır mısınız? Bu nasıl bir üslup?” dediğimde adam “Hadi canım, sen de!” gibi bir tavırla patronunu çağırdı. Ancak o kadar hızlı satın aldım ki çok mahcup oldu. Defalarca özür diledi, hem patronun yanında hem ayrı zamanda... İlk Hitachi ve Kawazaghi’yi alan bendim, çok kişiye referans oldu.

Bir diğer anımı daha anlatmak istiyorum. Bilecik’te bir mozaik firmasının isim hakkını 500 bin dolara satın almıştım. Şirketin sahibi, kümesten bozma bir yerde kadınlara mozaik dizdiriyordu.

Hemen İtalya’dan mozaik dizme makinaları siparişi verdim. OSB’den yer baktık. Aradan birkaç ay geçti. Dubai’ye gittim. Oradan 3,5 milyon dolarlık sipariş alıp geldim. Bu arada üretimin nasıl yürüdüğünü kontrole gittim. Ortağım ne kadar numunemiz, fuar malzememiz, halı şeklinde panomuz varsa hepsini doldurmuş konteynere, göndermiş Amerika’daki arkadaşına. “Nerede bu mallar? Ne kadara gönderdin, kime gönderdin?” diye sordum.

“Ben kadın kısmına hesap mı vereceğim!” deyince, asabım bozuldu. “Kadından para almayı biliyorsun, kadına hesap vermeyi mi bilmiyorsun!” dedim. “Sen otur, benim çeklerimi yaz. Ortaklığımız bitmiştir” diyerek oradan ayrıldım.

Bu tecrübeyi yaşayınca kendime söz verdim: Bundan sonra bir fabrikamız olursa ana-oğul bize ait olacaktı. Hiçbir şekilde ortak istemiyorduk. 2002 yılında ana-oğul fabrikamızı kurduk. Tırnaklarımızla kazıyarak, birkaç kazık yiyerek üretime başladık. Oğlum olmasaydı fabrikamız olmazdı.

• Hong Kong’da ders aldığınız bir anınız var mı?

Bazı sıkıntılardan sonra yatırım ve iş yapma iştahım tamamen kaçmıştı. Aynı anda iki yerden tokat yemiştim ve ayrıca 2001-2002 yılları Türkiye için çok zor geçiyordu. İşte bu duygularla Hong Kong’a gittim. Ofise girince ekibi toplayıp, yaşadığım sıkıntıları anlattım ve devam edemeyeceğimi söyledim. ‘Uzak Doğu’daki aileme’ teşekkür ederek “Şirketi kapatıyoruz, ne kadar paramız var?” dedim. “500 bin dolar” dediler.

“Tamam, 250 binini bana verin, geri kalanı da siz aranızda paylaşın, vedalaşalım.”

Genel müdürüm Mister Chang bana döndü: “Miss Mansfield, bu yaşanmış olaylara üzüldük ama ticaret hayatının içinde bunlar var, her gün güneşli olmuyor, yağmurlu günler de var. Şimdi sen git otele dinlen, biz de düşünüp kararımızı verelim. Sen söyleyeceğini söyledin.”

İki gün sonra ofise döndüm. Çalışanlar toplandılar. Bay Chang söz aldı: “Miss Mansfield, bugün hâlâ bu firmanın senin olduğunu mu düşünüyorsun? Ben bu firmaya girdiğimde bir çocuğum vardı. Christian, Lai, Ching ve Chen bekârdı. Evlendiler, çocukları oldu. Biz kendi departmanlarımızda sorumluluk sahibiyiz. Dolayısıyla TMG sizin değil, hepimizin firması...” “Peki ne yapacağız?” dedim. “Unutma ki bu şirket paradan daha kıymetli bir şeye sahip. Bizim bir müşteri portföyümüz var. Müşterilerimize bizde mal yok diyemeyiz. Git, ne yapman gerekiyorsa yap ve bize mal gönder.”

Velhasıl hemen geldim, Mister Chang’in dediğini yaptım. Bütün fabrikaları dolaştım. Her birinin elinde hazır ne kadar taş varsa topladım ve yaklaşık 200 konteyneri aralıklarla yola çıkardım. Mister Chang’e telefon açtım, dedim ki “Bu konteynerlerin ilki önümüzdeki hafta Hong Kong’a varıyor. Ondan sonra her gün mal gelecek. Yaklaşık şu kadar mal gelecek, ne durumdasınız?”

“Sen sıkma canını, ben hepsini sattım bile.” Cevabı beni oldukça rahatlattı. O zaman anladım ki sizin paranız, fikriniz, ürününüz vs. bunların hepsi ayrı bir kıymettir. Ama müşteri, satış potansiyeli, pazardaki gücünüz ve pazar payınız bambaşka bir şeydir.

Binanın tamamı numune ile doldu

• Unutamadığınız bir hikâyeyle bitirelim.

Mermer satacaktım ama elimde numune yoktu. Hong Kong’a fuara gelen ve yeni iş partnerim mermerci nakliyesini ödersem, bana bir konteyner numune gönderecekti. Nakliyesinin 750 dolar civarında tutacağını söyleyince “O zaman iki konteyner gönder” dedim. “Koyacak yer bulabilir misin?” dedi. “Bulurum. Ne kadar yer kaplayacak ki...” dedim.

Bir paket içine 9 tane 30.5x30.5 fayans şeklinde mermer konur, onun adı ‘container’dır. Ben onlardan iki tane gelecek diye bekliyorum! Aradan bir ay kadar geçti. Telefon geldi: “Sizin konteynerler geldi, nereye getirelim?” “Eve getir, şu adreste, Lantau adası.” İş yerim şehrin merkezinde küçük bir altın dükkânıydı. Orada yer dar, evde kalsınlar diye düşündüm. Ev de bir oda bir salon. Adada motorlu araç yok, sadece golfarabaları var.

Neyse, 2 gün sonra kapı çaldı, açtım. Ufak tefek bir Çinli, elinde bir çekçek araba, üzerinde 6-7 tane her bir tanesi 30 kilo olan konteyner dediğim kutular var. Koya bakan bir balkonum vardı. Oraya koydurdum. Daha dönmeden ikinci bir adam elinde aynı büyüklükte bir paketle karşımda duruyordu, ona da “Balkona koy” dedim. Daha lafımı bitirmeden üçüncü bir adam, yine elinde bir paket... Bunlar nereden geliyor diye dışarı çıkmaya yeltendim. Kapıyı bir açtım, sıra sıra adamlar merdivenlerde... Ne olduğunu anlamak için balkona çıktım. Evimden limana kadar ip gibi dizilmişler, elden ele paketler eve doğru akıyor.

Paketler geldi, balkon doldu, salonun yarısı doldu. Yetmedi, bana ait olan koridorun tavanına kadar doldu. Dış kapının girişinin yanları doldu, bahçenin bir kısmı doldu. Velhasıl, binanın tamamını numune ile doldurdum ama bir sorun daha var. Numuneleri müşterilere nasıl götüreceğim?

Apartmandan indir, çekerek limana götür, limanda paketleri aç, feribota taşı, feribottan inince tek tek trollere yükle, trene bindir, inip taksiye bin, yürü, asansöre bin, in, sürükle, taşı indir... Her gün 90 kiloluk üç paketi indirip kaldırdım. Benim numuneler Çin’in neredeyse her yerine gitti. Böyle bir eziyetle yaklaşık 44 ton numune dağıttım.

Gittiğim yerlerde çok az kadın görüyordum

• 2000’li yılların başında televizyonda program yapmıştınız.

Madencilik işlerinden dolayı Türkiye’de bakanlıklara girip çıkıyor, sık sık Ankara’ya gidiyordum, pek çok çevre ile irtibat halindeydim. Fakat bir terslik vardı, bir şeyin eksikliğini hissediyordum. Gittiğim yerlerde çok az kadın görüyordum. Çok az... Ve kadınlar için hiçbir şey yapılmıyordu. Bir gün Ulus’taki TRT binasının önünden geçerken bir fikir geldi aklıma. İçeri girip bir müdür veya yetkili ile görüşmek istediğimi belirttim. Beni bir müdürün yanına çıkardılar. Müdüre dedim ki "Beyefendiciğim, televizyonları seyrediyorum. Kadınlar için hiçbir şey yok. Dışarı çıkıyorum kadınlar için hiçbir şey yok. Çok az mıyız biz, yoksa görünmüyor muyuz?” Konuştuğum kişi Hüseyin Başusta idi. Ona Türkiye’deki çalışan kadınlar için bir program yapmayı önerdim. "Ben sunuculuk yaparım, gönüllü de çalışırım, hiç önemli değil" dedim. Hüseyin Bey ayağa kalktı. "Ne zaman başlıyoruz Zuhal Hanım?" diyerek beni motive etti. Bir hafta sonra programa başladık. Tam 4 yıl, her hafta pazar devam ettik. "Üretimden kalkınmaya" programının içine ‘başarının formülü’, ‘memleket meselesi’, ‘dış pazarlar’ isimli küçük bölümler koyarak kadınları harekete geçirmek için yayın yaptık. Bunu yaptığımda, henüz TÜSİAD’ın kadınlara yönelik projesi hayata geçmemişti, henüz TOBB’un Kadın Girişimciler Kurulları kurulmamıştı, henüz Türkiye’nin kadın platformları yoktu. Hemen akabinde de zaten "kadın girişimci" projesi devreye girdi ve KAGİDER’in kurucularından oldum.

www.dunya.com

Bu haber 835 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum