Müslüman Muhafazakârlığının Gerçek Yüzü!


 
 
Müslüman dünyası, mezhep, tarikat ve cemaatlerle oluşan dağınık bir kültür, ritüellerle şekillenen bir dindarlık, ideolojik örgütlülükle bir savaş, otoriter siyaset tarzıyla bir iktidar mücadelesi içindedir. Özellikle siyasal alanda muhafazakârlık iddiasıyla meşruiyet aramaktadır. Çağın ruhunu anlamaktan ve bilgiden yoksun, yüce ahlaktan kopuk, İslam ahlakına aykırı pek çok inanç ve düşünceyi içinde barındıran böyle bir Müslümanlık ile yüz yüzeyiz. Türkiye örneğinde olduğu biçimiyle bu tarz bir din anlayışını, “Müslüman muhafazakârlığı” olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

İslam’dan bir sapma olan Müslüman muhafazakârlığı; fikri, dini, ahlaki, toplumsal ve siyasal boyutlarıyla tam bir kaos, yozlaşma, bozulma ve tefessüh içindedir. Bu çöküş, Müslümanların başına gelmiş modern zamanın en büyük felaketlerinden birisidir.

Dini, fikri, ahlaki, siyasi, ticari vs hayatın her alanında bir tefessüh, kirlenme ve çöküşe neden olmuştur. Bu yozlaşmadan nasibini almamış hiçbir kurum, kuruluş, cemaat, tarikat, grup söz konusu değildir. Bunların başında dini kurumlar, din adamları, siyasi kurumlar, politikacılar, yargı kurumları, hukuk adamları, üniversiteler, akademisyenler gibi saygın olması beklenen yapıların gelmesi, çürümüşlüğün, çukurlaşmanın derinliğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Çünkü bu durumda artık Tuz kokmuştur.

Ne yazık ki, hiçbir şey olmamış gibi Diyanet İşleri Başkanlığı ve muhafazakâr iktidar başta olmak üzere örgütlü dini kesimleri endişeye düşüren gelişmenin başında “gençlerin dini hayattan giderek kopmuş olmaları” gelmektedir. Asıl trajikomik durum da bu olsa gerek! Tahribatın sebebi olarak kendilerini görmeyecek kadar kör olmak sanırım budur. Oysa Muhafazakâr Müslümanlığın sonucu olarak insanlar, deizme, panteizme, agnostisizme ve ateizme hızla yöneliyorlar.

Müslümanlar arasında yaygınlaşan ayırımcılığın, adaletsizliğin, zulmün, hak ihlallerinin, ahlaksızlığın, hırsızlığın, yolsuzluğun, yağma ve talanın dini referanslara dayandırıldığı ortadadır.

Dinin örgütlü ve kurumsal yapılarda temsil edilmesi, partileşmesi, siyasallaşması, devlet/iktidar için araçsallaşması, din adamlarının kurumlaşması gibi oluşumların bu yozlaşmada payı oldukça fazladır. Ahlaki değerlerden tamamıyla kopmuş, hak-hukuk, helal-haram, adalet-merhamet, ehliyet-emanet gibi ilkelerle hiçbir ilgisi kalmamış açgözlü bu kesimin güç-iktidar-mal düşkünlüğü tarihte helak olmuş bütün toplumların özellikleriyle birebir uygunluk arz etmektedir. Onların bu tutumlarından dehşete düşmemek mümkün değildir. Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin tahakkümünün zirveye ulaştığı döneme benzer bir siyasal ve toplumsal bozulma bugün Müslümanlar için söz konusudur.

Müslüman muhafazakârlığın siyasal paydaşları da dikkat çekicidir. Birbiriyle çatışır gibi görünen İslamcılık, milliyetçilik, devletçilik, mukaddesatçılık, sağcılık, ümmetçilik gibi ideolojilerin yan yana, bir arada olması tesadüfe mahal vermeyecek kadar açık bir proje olduğunu göstermektedir.

Projeden ayrı olarak kanaatim odur ki, dinci, milliyetçi, mukaddesatçı, muhafazakâr kesimlerin ortak paydası devlet/iktidar kutsallığıdır. Onları birbirlerine kenetleyen ana unsur İslam/adalet değil, iktidar paylaşımıdır. Zalim de olsa kendilerinden olan yönetime/yöneticilere itaat etmeyi gerekli gören ortak bir din anlayışına sahip olmaları da birleştirici tutkal görevi yapmaktadır.
Onların dili Hz. Ömer’in adaletini söyler, gönülleri ve yaşam tarzları Muaviye’nin iktidar modelindedir. Din adamları marifetiyle otoriter rejimlerin kutsanması, liderler için camilerde övgüler, methiyeler dizilmesi, dualar yapılması bu anlayışı ve geleneğin sonucudur.
 
Milyonlarca insanın hukuksuz uygulamalara maruz kaldığı, resmi ve sivil alanda hak ihlallerinin yoğun yaşandığı, mal ve can emniyetinin olmadığı bir ülkede, olumsuz hiçbir şey yaşanmamış gibi pişkin davranabilecek bir anlayış ancak Müslüman muhafazakârlığı ile izah edilebilir. Yoksul insanlar çöp konteynırlarından yiyecek toplarken kendileri zengin menülü sofralarda tefekkür etmeyi, yemekten sonra geğirerek topluca hurili dua etmeyi ibadet saymak, yemek sonrası bir sohbet dersi ile huzur bulmak ancak tefessüh etmiş bir Müslümanlıkla mümkündür.

Siyasal İslamcılar kamu malını çalmayı, vergi kaçırmayı, hazine arazilerini yağmalamayı, devletten ulufe almayı onursuzluk değil, bir hak olarak görürler. Bu görüşü meşrulaştıranların başında din adamları, cemaatler, tarikatlar, dini gruplar gelir. Kamu malını yağmalamayı “kul hakkı” saymayan, çalışmadan maaş almayı haram görmeyen, soru çalmayı, kadrolaşmayı, adam kayırmayı bir hizmet görevi bilen bir anlayışın bizi nasıl kuşattığının farkında değiliz.
Onlar için devlet kurumları tarafsız hizmet vermeyi gerektiren yerler değil, devleti ele geçirme mekanizmalarıdır. Üniversiteler bilim yuvaları değil, kariyer edinme kurumlarıdır. 
Onlar için işinin ehli olmak, donanımlı, birikimli olmak aranan özellikler değil, “alnı secde görmüş” veya “bizden olması” tek tercih gerekçesidir. Siyasal İslamcılığın, muhafazakâr Müslümanlığın genel karakteristiği budur. Bu karakter yapısı, Kur’an anlayışıyla, sahih İslam’la ve Allah’ın diniyle doğrudan alay etmektir.
Onurlu, ahlaklı, adil ve sivil-siyasal bir duruş sergilenmediği takdirde Müslüman muhafazakârlığının bizi mahkûm ettiği Ortaçağ karanlığından kurtulmamız mümkün olmayabilir.
 
Abdulbaki Erdoğmuş