VIII-İslamsız Müslümanlık! (8)




Yüzleşmemiz gereken sorunlardan biri de; İslam ile uzlaştırılan, hatta özdeşleştirilen “militarizm” ve şövalyeler misali “akıncılık” ruhudur. Resul-ü Ekrem’in (s.a.s.) bir kez dahi saldırı savaşı yapmadığı halde nasıl oldu da kendisinden sonra İslam; kılıç kuşanmış cihatçı, fetihçi, savaşçı, akıncı ve militarist bir anlayışa dönüştü? 
Yine, Resul-ü Ekrem’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra başlayan tartışmaların etkisiyle sivil-dini düşüncenin gerilemeye başladığını görüyoruz. Hz. Muhammed’in (s.a.s) silahsız, savaşsız ve hiçbir şiddete başvurmadan sadece Kur’an ışığı ile aydınlanan yolda başlattığı ahlaki ve sivil yürüyüş sonucu cahiliye toplumundan bir ‘bilgi ve medeni toplum’ oluştu. Bunun nedeni; İslam’ın ilimsiz bir imanı, ahlaksız bir yaşamı, adaletsiz bir yönetimi/düzeni reddetmesiydi. Cahiliye de zaten bu demek değil miydi? Kuşkusuz Resul-ü Ekrem rehberliğinde cahiliyeden medeniyete giden yolu aydınlatan; akıl, ilim, ahlak, adalet, rahmet ve irfanı öğütleyen Kur’an’dı, cihad da bunların mücadelesi demekti.
“Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yûnus 10/57)
Ne yazık ki, adalet, rahmet ve ahlak peygamberinin vefatından sonra Kur’an’ı gölgeleyen, medeniyet yoluna taşlar koyan, bilgi ve ahlak toplumunu dağıtan bir siyaset ve iktidar mücadelesi dalga dalga yayılmaya başladı. Çözümü şiddete başvurmakta gören anlayışların hâkim olmasıyla da sivil ve medeni çözümler zayıfladı ve zamanla etkisiz hale geldi.
Önceleri, siyasi kavgalara, kabile ayrışmalarına ve bir otorite boşluğuna yol açmamak için başvurulan şiddet yöntemlerinin, zamanla bir yönetim biçimine dönüştüğü görülmektedir. Muhtemel siyasi kavgaları ve iç çatışmaları önlemek amacıyla başlatılan fetih hareketleri, giderek geniş bir alana yayılıyordu. Ticaret güzergâhları, stratejik noktalar ve zengin kentler Müslümanların hâkimiyetine geçtikçe, rahmet ve barış dini İslam da bu süreçte otoriterizme evirilmeye başlıyordu. Muaviye’nin inşa ettiği siyasal düzenin de gereği buydu. Böylece cihat ve fetih kavramları da özünden saptırılıp yayılmacı bir savaş anlayışının araçları olmuştu.
Esas itibariyle “savaş” anlamında 'fetih' Kur'an'da geçmemesine rağmen Müslümanların, hâkimiyetleri altına aldıkları bölgeler, şehirler için “fetih” terimini kullanması yine İslam’dan bir sapmadır. Kur’an’da ‘Hudeybiye’ anlaşması için gelen sureye ‘barış’ ve ‘barışa kapı açmak’ anlamında ‘fetih’ denilmiştir. Yoksa hiçbir savaşa veya savaş ile elde edilmiş bir zafere ‘fetih’ denilmemiştir. 
Cihad ise daha genel bir mücadeleyi tanımlar. İlim elde etmek, hayırlı işlerde koşturmak, bilgiyi, tevhidi, irfanı, hikmeti ve marufu yaymak, insanlığa yararlı olmak için çabalamak, doğayı korumak, hak ihlallerine, haksızlığa, ayırımcılığa karşı çıkmak, fitneyi ortadan kaldırıp sulhu tesis etmek ve zalimlerle savaşmak gibi yüce amaçları içermektedir. 
Resul-ü Ekrem’in sağlığında ‘Fetih hareketi’ olarak tanımlayabileceğimiz bir tek olay yaşanmış, o da sivil ve silahsız Mekke yürüyüşüdür ve bu harekette –Müslüman/Gayr-i Müslim- bir tek insan dahi öldürülmemiştir. Yine bir tek “saldırı ve hâkimiyet kurma savaşı” yaşanmazken, 23 yıllık dönemi “savaş” anlamında bir “Fetih-Cihat” hareketi olarak dinselleştirmek, 14 asır boyunca rahmet peygamberini ve medeni ashabı savaş militanları ve kahramanları olarak tasvir etmek, nesilden nesile aktarmak bir egemen anlayışın İslam’a müdahalesi sonucudur. Bu nedenle savaş-fetih ve cihat kavramlarının siyasallaştırılmış olmasını İslam’dan bir sapma olarak değerlendiriyorum.

Kur’an’da savaş için kullanılmayan fetih; “adalet ile hüküm vermek”, “hakkı açığa çıkarmak” ve “adil bir çözüm bulmak” anlamlarıyla şöyle kullanılmaktadır:
“Ey Rabbimiz, kavmimiz ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin!’ (Araf/7:89)
Peygamber’e isnat edilen ve göğsümüzün daraldığı, çaresiz ve en sıkıntılı duruma düştüğümüzde büyüklerimiz tarafından bizlere öğretilen ve yapmamız istenen dualardan biri şöyledir: “Allahümme ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayral bab! “Ey kapıları açan Allah’ım! Bize hayır kapılarını aç…”  
Yaşamı boyunca bir tek insana tokat dahi atmamış, küfür ve hakaret etmemiş yüce ahlak ve merhamet sahibi bir peygamberi “Kılıç kuşanmış” devamlı hazır bekleyen, fetih hareketleri düzenleyen, cepheden cepheye koşan bir ordu komutanı, bir devlet başkanı olarak tanımlamak nasıl bir iman ve ruh halidir? Rahmet ve barış peygamberine atılan bu iftiralar ve sapmalarla yüzleşmeden İslam ve onun peygamberiyle aynı istikamette olmak nasıl mümkün olacaktır?
Biliyoruz ki, Muazzez ve Masum Peygamber’den sonra siyasi ve ekonomik mülahazalarla birlikte, iç kavgaları ve çatışmaları geriletmek amacıyla sürekli yayılmacı ve fetihçi bir savaş stratejisi uygulanmış, sivil-özgür-rahmet ve barış dini İslam da, bu süreçte militarizme, otoriterizme evirilmeye başlamıştır. Bu anlayışın “İslam” olarak gelenekselleştirilmesi, tamamıyla egemen unsurların yandaş ulema ile geliştirdikleri bir sömürü düzenine yol açmıştır.
Abdulbaki Erdoğmuş