DOĞU ERGİL: MUHAFAZAKÂRLIK


Doğu Ergil
 

Muhafazakâr, inandığı değerleri ve kurumları yaşatabilmek için iktidarı elinde tutmak ister. Kaybettiğinde geri almak için her şeyi yapar. İktidarı muhafazada kural, yöntem ve sınır tanımaz.

Muhafazakârlık konusundaki yazının ortak kanısı, onun bir felsefe veya ideoloji değil, bir duruş, kabulleniş veya hayata bakış tarzı olduğu merkezindedir. O da liberalizm, sosyalizm gibi aydınlanmanın çocuğudur. İçinde doğduğu ve Büyük Fransız Devrimi ile beslenen fikri ortamda durağan, hiç değişmeyen bir toplum tasavvuru mümkün değildir. İster istemez çeşitli muhafazakâr yorumcular, değişen zaman ve mekân koşullarında muhafazakârlığın da değişebileceği görüşünü benimsemişlerdir; yeter ki muhafaza edilmeye değecek şeyler konusunda mutabakat sağalansın. Muhafazakarlık konusunda sağlıklı bir yargıya varmak için ortaya çıktığı günden bugüne kadar ısrarla koruduğu ilkeleri ve benimsediği hedefleri anlamakta yarar var.


Muhafazakârlık, düşünceye ya da muhakemeye değil tecrübeye öncelik tanır. Bu anlamda köklü değişikliklere yol açan modernitenin kurucu öğesi olan rasyonaliteyi onamaya karşıdır. Çünkü modernite bireyselliği, özgürlüğü, eşitliği, akılcılığı, bilim ve teknolojide ilerlemeyi, kapitalizmin gelişmesiyle doğrudan ilintili sanayileşmeyi, kentleşmeyi, sekülerleşmeyi, ulus-devleti, temsili demokrasiyi, evrenselliği ve yaygın eğitimi içerir. Bütün bunlar, muhafazakârların organik, tarihi ve geleneksel olarak benimsedikleri ve kutsadıkları düzen anlayışıyla çelişir.

ÖNKABULLER

Yerleşik düzen ve onun kurumları, zaman içinde sınanarak, ayıklanarak, en makulün oluşmasıyla gerçekleşmiştir. Bu nedenle, var olana ilişmemeli, “daha iyisi” için müdahale edilmemeli (merkezi planlamadan kaçınılmalı), belirsiz bir gelecek için geçmiş ve bugünle ütopik mükemmeliyetçilik adına kavga edilmemelidir.

Muhafazakârlık, alışılagelmiş olanı savunur; dünü bugüne, bugünü yarına yeğler. Belirsizlik, muhafazakârın en büyük korkusudur. Ussallık (akılcılık), sınırı olmayan bir olgudur ve varacağı yer, ya değişim ya da devrimdir. Hızlı ve denetimsiz gerçekleşen değişim yıkıcıdır, dolayısıyla istikrarsızlık doğurur. Muhafazakâr için değişimin kökü geçmişte olmalı ve başlangıcı bugün görünmelidir. Değişimin temel hedefi otorite, hiyerarşi ve düzenin tesisi olmalıdır. Bu gündem ile muhafazakârlık, siyasal yelpazede Liberalizm ile faşizmin arasındaki boşluğu doldurur.
Modern toplum çok karışıktır ve pek çok denetlenemeyen öğeyi içinde taşır. O nedenle dayanışmacı ve türdeşlik (homojen) nitelikleriyle cemaatler, karışık toplumlardan her bakımdan iyidir. Toplumlar da cemaatler gibi, açık otorite ilişkileri, hiyerarşik yapıları, net kurallarıyla öngörülebilir olmalıdır. Kolay kolay değişmemeli, üyelerini belirsizlik içinde bırakmamalıdır.

MUHAFAZARLIKTA LİDERLİĞİN ÖNEMİ

Var olan yapıyı korumak, geleneği de koruyan, geçmiş ile bugün arasında köprüyü kuran liderlik ile mümkündür. Muhafazakârlığın liderliğe bu kadar vurgu yapması, ondan beklediği kültürel taşıyıcılık ve düzen koruyuculuğu rolüdür. Doğallıkla liderlik, hiyerarşik bir yapıyı ima eder. Önemsenen bizatihi hiyerarşi değil, onun sağladığı istikrar ve öngörülebilirliktir. Toplumların işleyişi ve bekası için gereken otoriteyi önderler temsil eder ve kullanır. Onların geleneksele bağlılığı, toplumda, kültürde ve siyasette sürekliliği sağlar. Batı’da geleneksel önderlik soylulardaydı (aristokrasi). Soylular sınıfı, geleneğin taşıyıcısı, düzenin bilge koruyucusuydu. Onlarınki “aydınlanmış önderlik”ti.
Feodalitenin tarihten çekilmesiyle birlikte bu sınıfın ruhunu (elit kültürünü) yaşatacak yeni bir önder sınıf zuhur etti: Burjuvazi. Her ne kadar burjuvazi kapitalizmin çocuğu ve değişimin ürünü olsa da hiyerarşinin temsilcisi ve düzenin koruyucusu olarak doğan boşluğu doldurdu. Değişen değişmişti, geri kalanın korunması burjuvazinin uhdesinde kaldı. Yeni düzenin koruyucusu onlar olacaktı. Neyin korunacağına (muhafaza edileceğine) onlar karar verdiler ve korudular. Fransız Devrimi sonrası Avrupa’nın temel kültürel değerleri, örgütlü (devlet tarafından da korunan) din, mülkiyet hakları ve parlamenter yönetim oldu.

Parlamenter yönetim, burjuvazinin iktidar olmasına, devrimi önleyerek iktidarda kalmasına ve rejimi halk desteğiyle tahkim ederek hiyerarşik düzeni korumasına olanak veriyor. Feodalite döneminde (ve Fransız Devrimi öncesinde) böyle bir durum yoktu, parlamentarizm muhafazakârlığın ana değerlerinden biri değildi. Bu nedenle Batı ve Batı-dışı muhafazakârlığın en büyük farkı, parlamenter sistemin ve onunla bağlantılı değerlerin ve kurumların korunmasında ortaya çıkar. Genel ve eşit seçme, seçilme hakkı; örgütlenme ve temsil hakkı, seçimle iktidara gelme ve gitme; halkın temsilcileriyle yasa yapma ve yönetimi denetleme hakkı, Batı kaynaklıdır.

Bu haklar ve onlara ilişkin kurumlar, Batı muhafazakârlığının korunmaya değer bulduğu öğelerdir. Bunlar Batı-dışı toplumlarda ya yok, ya çok cılızdır. Bunun en önemli nedeni, kapitalist sistemin ulus-devleti yaratması ve yurttaşlık haklarının bu süreçte doğmasıdır. Batı-dışı toplumsal tarihi tecrübe, güçlü merkezi otorite, buyurgan devlet ve parlamenter sistemin yokluğu veya bir tür danışma mekanizması olması doğrultusunda tecelli etmiştir. Bu nedenle, uluslaşma, yurttaşlık hakları ve hukukun üstünlüğü pratikleri gecikmiş ve geleneksel kurumlar ve değerler içinde yer alamamıştır.
Batı-dışı toplumların çoğunda kalıtımsal (kuşaktan kuşağa süren) bir soylular sınıfı da yoktur. O nedenle, modern çağda Batı-dışı toplumlarda eski düzenin değerlerini devir alacak ve topluma önderlik yapacak bir sınıf krizi yaşandı. Bu rolü devlet adına bürokrasi üstlendi. Toplum, ulus-öncesi yapının yerellik, kırsallık, dindarlık, hurafecilik, cemaatçilik, otoriterlik gibi değer ve kurumlarına bağlılığı sürdürürken, modernleştirme işlevini üstlenen devlet (bürokrasi) köklü bir değişim sürecine girişti ama bir medeniyet referansı olmadan ve organik bir önderlik niteliği taşımadan. Bu durum onun başarı şansını büyük ölçüde önledi.

Özetle, Aydınlanma, Sanayi Devrimi gibi büyük dönüşümler geçiren toplumlarla, geçirmeyen toplumların muhafazakârlığı arasında büyük farklar var. İlki modernitenin değer ve kurumlarını yaşatmaya odaklı, diğeri modernite-öncesinin. Savundukları farklı çağların yapı ve değerleri… O yüzden Batı’nın siyaset bilimi terimleriyle Batı ve Batı-dışı toplumlarını anlamak ve anlamlandırmak zor.

MUHAFAZAKÂR HEDEFLER

Farklı muhafazakâr bakış açıları olmasına rağmen hepsinin ortak noktası şu: Hiyerarşik düzeni, dolayısıyla eşitsizliği savunmak… Böylece, ne yapacağı belli olmayan alt-sınıfları zapturapt altında tutulacak ve düzenin elit kontrolünden çıkmasını engellenecek. Muhafazakârlar için hiyerarşi, insan doğasıyla uyumludur.

Toplumlar, organik varlıklardır ve doğa kanunlarına tabidir. Üyeler, rolleri ve ilişkileriyle birbirine bağlıdır, sorumludur. Kurumlar, birer sosyal sermayedir. Bu sermaye, kültür olarak önceki nesillerden bugüne gelmiştir; dokunulmamalıdır çünkü doğaldır ve akılla açıklanamaz. Akılla açıklanamadığına göre akılla da değiştirilemez, değiştirilmemelidir. Bilinen, bilinmeyene; denenmiş, denenmemişe; var olan, mümkün olana; gerçek, gizemli olana; yakın, uzağa; sınırlı olan sınırsıza; yeterli olan bolluğa; makul, mükemmele; şimdiki kahkaha, ütopik bir mutluluğa tercih edilmemelidir (Michael Oakeshott).

Muhafazakâr, inandığı değerleri ve kurumları yaşatabilmek için iktidarı elinde tutmak ister. Kaybettiğinde geri almak için her şeyi yapar. İktidarı muhafazada kural, yöntem ve sınır tanımaz. Bunu da insan doğasındaki eksikliğe bağlar. Kusurlu insan kusurlu toplumlar yaratır. O nedenle toplum yönetimi ve ütopik düzeltim (reform) çabaları, insan iradesinin keyfiliğine (yanılırlığına) bırakılmalıdır. Muhafazakâr önderlik ve iktidar bunu önleyebilir.

Var olan (tevarüs edilen) düzenin korunabilmesi için bir koruyucu gerekir. Bu koruyucu tarihte aristokrasiydi. Şimdi bu rolü oynayan yöneticiler (her kimse) aristokrasinin ruhunu ve misyonunu üstlenmiştir. Bu ‘neo-aristokrasi’ ne kadar elit niteliklere sahipse, temsil ettiği değerler ve savunduğu kurumlarla geçmiş ile bugün, bugün ile gelecek arasındaki geçişi o kadar başarıyla sağlar.
Düzenin sağlanması ve sürdürülmesi, klasik ve yeni (neo-) aristokrasinin önderliğini gerektirir. Muhafazakârlara göre bu sınıf veya kümenin toplumları yönetmesi doğaldır ve zamanla kayıtlı değildir. Bu doğal (olduğunu iddia ettikleri) hiyerarşik düzen, her kuşakta yeniden icat edilmelidir. Söz konusu düzeni değiştirmeye yönelik her değişiklik yapay ve zararlıdır. Bu bakış açısının bir önyargı olduğunu söylemeye gerek yok.

Önyargıdır çünkü muhafazakârlar sosyal yapıyı, kurumları değişmeden korumak isteseler de onlar değişir. Sonunda koruma çabaları, muhafazakârları iktidarda tutacak, güçlerini koruyacak kurumların muhafazası olarak belirginlik kazanır. Özetle, muhafazakârların toplumu ve düzeni koruma çabaları, kendi güç ve iktidarlarını korumak çabasında somutlaşır.

Muhafazakârların temel davranış biçimi mevcuda bağlılık olduğu kadar otoriteye itaattir. Kalıtımsal veya icat edilen aristokrasiye kendilerinden iyi ve değerli olduğuna inandıkları için itaat ederler. İtaat ettikçe de eşitsizlik sürer. Muhafazakârlık, eşitsizliği saklayan bir yönelimdir. Muhafazakârlar, kendilerini ezen eşitsiz düzeni sevmeye alışan bireylerdir. Muhafazakâr önderlik, bu eşitsiz düzeni korumak için insanları fedakârlık yapmaya koşullandırır. Bunu başardığı oranda ayrıcalıklarını sürdürür ve çocuklarına aktarır.

MUHAFAZAKÂRLIĞIN AÇMAZI

Bu çıkarsamanın özeti şudur: Muhafazakârlık, demokrasinin anti-tezidir. Bu gerçeği örtmek için ileri sürülen her mazeret, aldatmaca ve saptırmacadır. Kurmaca veya muhafazakârların icat ettiği yönetici ‘aristokrasi’, elit niteliklere ve modern toplumun gerektirdiği yüksek vasıflara sahip değilse, onları izleyen toplumlar lümpenleşir. Örneğin muhafazakârlar, refah devleti uygulamalarını, sendikalaşmayı, sosyal sigorta sistemini, güçlerini sınırlayan kurumlar olarak görürler. Moderniteye kendi dinamikleri ile geçememiş ülkelerde parlamentarizme ve özerk kurumlara bakış açısı da böyledir.

Muhafazakârlık ile demokrasi (özgür irade ve özerk kurumlar) hep çekişme halindedir. Muhafazakârlar için toplum hep sınıflı ve hiyerarşik; otoritenin denetiminde olmalıdır. Aksi halde düzensizlik ve kaos doğar.

Değişim kaçınılmaz olduğundan, muhafazakârlık sürekli otoriterlik derecesini ayarlar. Sağladığı itaat oranında otoriterleşir. Yurttaşlık haklarını sınırlamaktan hiç vazgeçmemesinin nedeni, bunların eşitlikçi olmasıdır. Muhafazakâr için eşitlikçilik, doğal düzene aykırıdır. Bireysellik, özgürlük ve demokrasi bu hiyerarşik doğal düzeni bozar. Gelenekler, yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkileri, otoritenin nasıl dağılıp kullanılacağı ekseninde belirlemiştir ve ona müdahale etmemelidir. Kurumlar ve (ana)yasalar yerine adalet, yöneticilerin sahip olması gereken insaf ve merhamet duygularından beklenmelidir. Böyle bir denklem modern devletten beklenemez. Tersine, modern devlet insan iradesinin ürünü olan kurumları ve kanunlarıyla vardır ve kendisinden beklenen ihtiyaçları onlar aracılığıyla karşılar. Bu açıdan bakınca geleneksellik ile modern devlet hep çatışmıştır.

BATI VE BATI-DIŞI TARİHSEL TECRÜBE

Batı tarihsel tecrübesinde toplum modernleşmiş ve devleti modernleştirmiştir. Kurumsal yapısı, yasa ve uygulamalarıyla, önayak olduğu eğitim ve üretim işlevleriyle modern devlet, geleneklere bağlı olmadan ama onların da modern yaşamı destekleyen özelliklerinden yaralanarak yeni bir düzen kurmuştur. Bu sabit, muhafazakârların arzuladıkları gibi değişmeyen, değişmesi sakıncalı bir düzen değildir. İhtiyaca, sosyal-ekonomik-siyasal değişime ayak uydurarak değişen, dönüşen bir düzendir. Özetle, insan müdahalesine açık bir düzendir.

Batı-dışı toplumlarda geleneksel devlet, modernleşen Batı’nın askeri, siyasal, ekonomik yayılmacılığı karşısında kendisini koruyabilmek için modernitenin işine yarayacak öğelerini benimsemek zorunda kaldı. Bu zoraki (resmi) modernleşme, geleneksel toplumu değiştirmeye yetmedi. Mekanik, arkasında resmi otorite olan, modernleşme olgusu, devlet ile geleneksel toplumu hep karşı karşıya getirdi. Toplumun güçsüz yani yoksul ve örgütsüz olduğu devirde devletin (bürokrasinin) dediği oldu. Ama küresel sermeye birikiminden pay alan, gelişen teknolojiyi (üretmese bile) eve taşıyan ve kentleşme ile birlikte örgütlenen toplum, devletin orantısız gücüne karşı çıkınca şartlar değişti.

Dünyanın pek çok ülkesinde geleneksel veya modernleşmesi sınırlı kaldığı için geleneklerini kent ortamında sürdüren toplum, devlet üzerinde hegemonya kurarak onu da geleneksel değerlere göre yeniden inşa etmeye girişti. Bu durum, dünya ile uyumsuz birçok devlet ve toplum yarattı. Artık bir medeniyet referansı olmayan ama varsayılan (hayal edilen) bir medeniyete dönüş niyetiyle dindarlık, cemaatçilik ve otoriterlik kıskacında çırpınan birçok toplum ve devlet görüyoruz.

Onların şahit olduğumuz özellikleri, dinden bağımsız (laik) bir ahlak anlayışı; hukukun üstünlüğüne dayanan bir anayasal düzen; bilim üreten bir eğitim; teknoloji üreten bir ekonomik sistem, düzen ve istikrar üreten bir siyasal düzen geliştirememeleri. Bunların hiç biri geleneksel müktesebatlarında yok. Onun için çaresiz aradıklarını geleneksel kültürün kasası olarak gördükleri dinde bulmaya çalışıyorlar.

Modernleşmede geri kalmış ülkede muhafazakârlık dine bağlılık ile özdeşleşmiştir. Bütün ‘iyilerin’ kaynağı din olunca, inanç alanı kutsallaşmıştır. Kutsal olan, değiştirilemez, sorgulanamaz. Bu nedenle muhafazakârlık, geleneksel düzenin temel değerlerinin koruyucusu olmanın ötesine geçmiş, militan muhafızlığına dönüşmüştür. İktidar mücadelesi artık bir tür cihattır.

MAKALE
gazetedavul.com 'dan alınmıştır