Bir Yiğit Vardı


Bir Hilal Uğruna

1920 yılında Azerbaycan’ın Rus hakimiyetine girmesi, aynı zamanda Ahmet Cevat için de zor ve çileli bir dönemin başlaması demekti. Bu tarihten başlayarak artık bu topraklarda milli ve manevi düşüncelerin seslendirilmesine asla izin verilmeyecek ve bu seslere düşmanca müdahale edilecekti. Hayatı vatan ve millet uğruna mücadelelerle geçen Ahmet Cevat bu konuda defalarca tehdit ve takip edilmesine rağmen;
 ‘’ Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin                                                                                                 Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetden’’  diyerek yoluna devam eder.
 
Bu tarihten itibarenTürk topraklarında öyle bir kızıl kıyamet yaşanır ki, daha düne kadar birbiriyle dost ve kardeş olan insanlar bile adeta birbirlerin kuyusunu kazmaya başlarlar. Bir taraftan Rus baskısı, diğer taraftan da kendi insanının omurgasız duruşu Ahmet Cevat’ı derinden yaralar. Daha düne kadar yazılarını yayınladığı gazete ve dergiler artık onun aleyhinde kampanyaların yapıldığı bir kara propaganda aracı haline getirilek, ağza alınmayacak hakaret içerikli yayınlar yapmaya başlar. Onun için çember gittikçe daralıyor, yazdığı kitap ve şiirleri yasaklanarak toplatılma kararı alınıyordu.
 
Ahmet Cevat’ın geri adım atmadığını görenler bu defa da onun aleyhinde dört koldan akıl almaz iftira kampanyaları başlatırlar. Kanunsuz olarak evine girilir ve ailesine ait eşyalar didik didik aranır. El yazması kitap, makale şiir ne varsa hepsi toplanarak yakılır. Bu olayın ardından da medyada yapılan algı operasyonlarıyla da vatan haini ilan edilir.
 
Artık, en yakınları bile kapısını çalmaya korkar hale getirilir. Böylelikle, kendisine yakın, dost bildiği sahte yüzler ve omurgasızlar bir bir kendisini terketmeye başlar. Bununla da kalmayanlar daha düna kadar             ‘’ Rusların Puşkin’i varsa, bizim de Ahmet Cevat’ımız var’’ diye onu övenler, bugün de  vatan haini diye ihbar etmenin onursuzluğunu yaşıyorlardı.
 
Ahmet Cevat Tutuklanıyor
Bir fırsatını bulup onu tutuklamak isteyenler, Türkiye’de yayınlattığı şiirlerini bir ihanet belgesi olarak öne çıkarıyor, yazıları ve şiirleri tek tek incelenerek cımbızla kelime avcılığı yapılıyordu. Artık dönülmez bir yola girilmiş, her ne olursa olsun hain planlar Ahmet Cevat’ın ortadan kaldırılması üzerine kuruluyordu. 1925 yılında yazdığı  ve halk tarafından da çok sevilen Göygöl (Mavi Göl) şiiri adeta onun idamına ferman sayılıyordu.
Senin güzelliğin gelmez ki saye,                                                                                                                          Koynunda yer vardır yıldıza aya…  dörtlüğünde geçen  ‘’ Yıldız ve Ay’’ kelimeleri cımbızlanarak, Türkçülük propagandası yaparak halkı ayrıştırmaya delil gösterilerek vatan hainliği ile suçlanır. Evet, kuvvetli delil olarak sundukları bu iki kelimenin ardından Ahmet Cevat, yazdığı bu şiir dolayısyla tutuklanarak hapsedilir. Kendisine bu suçun kabul ettirilmesi adına akıl almaz işkenceler yapılır. Bayılıncaya kadar dövülerek, günlerce aç ve susuz bırakılır.

İçerde bunlar yapılırken dışarda ailesi de rahat bırakılmaz ve onlara yardım eden kim varsa tehdit edilir. Annesi Yahşı hanım ve eşi Şükrüye, yaşadıkları bu ötekileştirme yetmiyormuş gibi bir de aile reislerinin akibetini öğrenmek için kapı kapı dolaşırlar ama nafile. Onun nerede tutulduğu ve neler yaşadığı hakkında hiç bir bilgiye ulaşamazlar. Çünkü o bir vatan haini suçu ile tutuklanmıştı.
 
Ahmet Cevat için artık sona yaklaşılmış, etrafındaki cember iyice daraltılmıştı. 1937 yılında  Rusya Askeri Mahkemesi ‘’ Mevcut devlet düzenini ortadan kaldırarak, halkı bölücülüğe ve ırkçılığa sevkederek, Türkçülük esasına bağlı yeni bir devlet kurmak’’ sucuyla onu yargılamaya başlar. Öyle bir mahkeme düşünün ki, onu savunacak ona yardım edecek ve onun sağlığı hakkında ailesini bilgilendirecek hiç bir şahıs ve hiç bir avukata izin verilmiyor ve mahkeme salonuna ailesi dahil hiç kimse alınmıyordu.
 
Evet, ne acıdır ki vatan hainliği gibi büyük bir iftiraya maruz kalan Ahmet cevat’ın bu mahkemesi tek duruşma halinde sadece  15 dakika sürer ve bir hain gibi kurşuna dizilerek idam edilmesine karar verilir. İdamından önce atıldığı söylenilen Bakü'deki Bayıl zindanları bir hayvanın bile yaşacağı yer değildi. Ölümüne kadar geçen bu süre içerisinden ailesi başta olmak üzere hiç kimseyle görüşmesini izin verilmez. Kurşuna dizilerek idam edildiği söylense de, bazı kaynaklarda dövülerek öldürüldüğü yer almaktadır. Kim ne yazarsa yazsın ama, gerçeği tam manasıyla hiç kimse öğrenemeyecekti. Çünkü, hala Ahmet Cevat’ın nereye defnedildiği ve mezarının nerede olduğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. O da, Asım’ın nesli gibi bir bilinmeze doğru kanat açarak aramızdan ayrılmıştı.
 
İş Bununla da Bitmedi
İş bununla da bitmemiş, ailesinden arkada kalanlar bu zulümden kendi payına düşeni alacaklardı. Öncelikle çocukları annesinden alınarak birbirinden uzak değişik çocuk esirgeme kurumlarına yerleştirilir. Annenin çocuklarıyla irtibatını kesmek ve aileyi tamamen ortadan kaldırmak için Şükriye hanıma da vatan haini eşi olması sebebiyle soruşturma başlatılır. Kocasından boşanması için akıl almaz baskılar yapılsa da o, kocasına ve milletine sadık kalarak dik durması onunda yargılanarak aynı cazayı almasına sebep olmultu. Ardından hayvan taşınan vagonlarla Kazakistan’a 8 yıl sürecek sürgüne gönderilir ve burada bir hayvana reva görülmeyecek işkencelere  maruz bırakılır.
 
Şükriye hanım saray bahçesinde yetişmiş bir güldü. Hayatta maddi olarak hiç bir zorluk yaşamamış, adeta el üzerinde büyütülmüştü ama, bir hilal uğruna hayatın bütün güzelliklerini elinin terziyle iterek, erkeklere inat dik bir duruş sergilemişti. 8 Yıllık sürgün hayatının sonunda Azerbaycan’a döner ve çocuk esirgeme kurumlarına giderek tek tek çocuklarını aramaya başlar. Fakat, sürgüne giderken daha körpe yaşlarda kucağından alınan çocukları artık annelerini tanımaz ve onu bir yabancı olarak görürler. Sürgün hayatı yetmiyormuş gibi bir de yıllarca bunun mücadelesini vererek çocuklarının kendisine anne diyerek sarılmasının  özlemiyle yaşar.

Akıl Almaz İşkence
Tarihin her döneminde yaşatmak için yaşayan gerçek kahramanlar, sahte bir sürü gölge tiplerle örtülmeye çalışılmış, gölgeleri onları örtmeye yetmeyince de akıl almaz insanlık dışı muamelelere maruz bırakılmışlardır. İşte burada Şükriye hanımın sürgün hayatında koğuş arkadaşıyla arasında geçen bir olay buna en güzel misaldir.
 ‘’ Kendisi gibi bir hain olarak sürgüne gönderilen koğuş arkadaşı Ceyran Hanım, sanki kuyunun dibinden sesleniyor gibi;
- Şükriye uyuyor musun?
- Hayır, açlıktan uyuyamıyorum. Şükriye ben açlıktan ölüyorum.
Sabret Ceyran, sabret. Dizlerini birbirine kenetle ve kuvvet al kendinden. Ölme daha çekilesi çilemiz var.
- Dizlerimi nasıl sıkayım Şükriye, açlıktan takatim kalmadı ki. Kaç gün oldu bilmiyorum. Dünya nimeti adına bir şey geçmedi boğazımızdan, ölüyorum.
- Ben de senin gibiyim Ceyran. Aklıma bak bir şey geldi. Bizi açlığımızın mengenesinden kurtaracak bir şey geldi aklıma. Yanında iğne var mı Ceyran?
- Var ama, iğneyi ne yapacaksın.
- İğneyi parmağına patırarak kan çıkmasını sağla ve kanını emerek açlığını gidermeye çalış.
-Ay Allah senden razı olsun. Gözüme ışık geldi, Şükriye…
 
Evet, yaşanan bunca olay, çekilen bunca çile ızdırap hep doğru olanı yapma ve doğrularla beraber olmanın bir sonucu idi. Ama, Şükriye Hanım ve binlerce kadın, erkek kisvesine bürünüp sokaklarda çaka satan binlerce devşirmeden daha kişilikli ve daha erkek çıkmış, şahsi menfaatleri uğruna milli manevi değerlerine sahip çıkmıştı.  
Bugün bir Ahmet Cevat, bir Şükriye Hanım olma yolunda ilerleyenler asla unutmasınlar ki, vatan ve millet adına güzel günlere yelken açmak istiyorsak, bunun yolu bir Ahmet Cevat, bir Şükriye Hanım olmaktan geçer.