EN SONUNDA ÇİÇEKLER AÇTIK


                           
İzmir çiçek cennetiydi sanki. Bu şehri ilk gördüğümde âşık olmuştum. Tüm yol boyu çiçek seraları vardı. Alabildiğine çeşitli ve rengârenkti. Moru, pembesi, kırmızısı öyle güzel kokuyorlardı ki insan kendini cennette sanıyordu adeta.
Kadınlar ellerinde çiçek satarak evlerine bakıyorlardı. İzmir’in dağlarında çiçekler açar marşı her düğünde her kutlamada her bayramda son ses dinleniyordu. Mutluydu insanlar, kibar ve naziktiler. Yolda kedi geçse araçlar durup yol verecek kadar merhametliydiler.
 Sonra fakir kıyı mahallelerinde öğretmenlik yapmaya başladığımda gördüm ki cennet ve cehennem yan yanaydı. Öğrencilerimin büyük çoğunluğu Suriye’den gelen savaşı görmüş çocuklardı. En yakınlarını, tüm varlıklarını kaybetmiş, geride bırakmış çocuklara nasıl bir şiirin içinde gülümsersiniz sorusunun cevabını öğretmek zordu lakin imkânsız olmamalıydı.
Hepimizi buluşturan tek nokta edebiyat gibi gözükse de aslında yaralarımız vardı hepimizin. Sarılmayı bekleyen, anlaşılmayı bekleyen yaralardı bunlar. Onlardan ödev diye istediğim her kompozisyonu okurken, her yazdıkları hikâyede satırlarının ağırlığını iliklerimde hissettim. Diri diri derimi soydular, etlerimi bir kalasa astılar sanki…
Muhammed ölmüş amcalarından ve eski yaşadığı şehirden bahsetmişti kompozisyonunda ve yeşil zeytin ağaçlarının arasında sürdüğü bisikletli zamanlarından. Öğretmenim savaş bitince gideceğiz sizde gelin ziyarete dedi. O zaman savaşın bittiğini hayal edelim dedim. Ve artık her dersin sonunda neyin olmasını istiyorsak onu hayal ediyorduk.

 Bir gün karın yağdığını ve bir ahşap kulübede hepimizin yemek yediğini hayal ettik. Bu yılbaşı yemeğiydi. Ocak ayına girmemize yaklaşık bir iki hafta vardı. Masada hatta hindi bile vardı. Süslenmiş bir çam ağacı arkamızda durmaktaydı. Çam ağacının üstündeki yıldızı bile hayal etti çocuklar. Yerdeki halı kırmızı dedi diğer bir öğrenci odun ve şömineyi Emine hayal etti.

Derste hiç konuşmayan hatta sürekli rehberliğe giden bir öğrencimin içinden adeta şair çıktı. Sınıfın orta yerinde artık şiirler okumaya başladık. O ürkek, sıkılgan çocuklar artık kendilerini rahatlıkla ifade etmeye başlamışlardı. Eğik olan başları artık dik ve güvenlerinin oluştuğunu etrafa adeta haykırmaktaydılar. Ben ilk defa beslenmenin birkaç yufkadan ve birkaç domatesten ibaret olduğunu ve beş kişinin bir yufkayı paylaştığına şahit olduktan sonra geçmiş yıllarımdan çok utandım. Çok yemek seçen biriyken artık yemek seçmiyorum. Ben onlardan onlarda benden çok şey öğrendiğimizi umuyorum.

Sonra kompozisyonlarda anlatılan bombalar beni rahatsız etmeye başladı. Artık geçmişi yazmayacağız dedim. Bizler artık geleceği hayallerimizi yazacağız dedim onlara büyük bir sevinçle. Sanki suyun kaldırma kuvvetini bulmuş gibiydim. Sonra baharı anlattık yazılarımızda yeni gelecek olan çiçekli baharları. Adeta yaralarımızdan çiçekler açtık. Kuruyan dallarımız çiçeklenmişti sanki. Sonra ailelerine ve evlerine bu baharı götürdüler.
Her okul çıkışında bir veliyle tanıştık. Siz öğretmen hanım olmalısınız dedi ufakça bir kadın . En sevdiğim öğrencimin annesinin vefat ettiği haberini yine o okulun kapısında aldım. Annesiyle babası boşanan öğrencimin ağladığını ilk o kapıda gördüm. Annem çalışmak zorunda artık kursa gelemeyeceğim kardeşime bakmak zorundayım diyen en başarılı öğrencimin çaresizliğini yine o kapıda şahit oldum.

Her şeyimizi paylaştık. Bazen şiirler bazen masallar bazen de hayaller vardı artık müfredatımızda. Olmayan tek şey umutsuzluktu. Keyifsiz anlar da yaşandı elbet. Biz yine de inatla çiçek açmaya çalıştık. Ben onlara edebiyatı ne kadar öğretebildim bilmiyorum ama onlara çiçekler açmayı öğrettim. Hayat kış yüzünü de gösterse bize fırtınalı tarafını da sunsa altın tepside biz hep çiçekler açacaktık.
En sonunda çiçek açtık…