Bir İmza İle Gelen Müjde


Bediüzzaman Hazretleri’nin Hayatından İbretlik Tablolar

 ‘Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.’’  (Ebu Davud)
 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri İslam düşünce ve akaidine önemli bir açılım getiren,  ‘Güneş lambam, yıldızlar kandillerim, yeryüzü mescidim’’ diyen kulluğun zirvesinde bir sultandı. Üstad, ceberut bir devrin mazlumu olarak, ömrü hep sürgünlerde ve hapishanelerin soğuk duvarları arasında geçti. ‘’Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı’’ sözü, onun nasıl bir hayat yaşadığının en güzel delillerinden birisiydi. Gizli cemiyet kurmak, halkı hükümet aleyhine ayaklandırmak, o günün devlet idarecilerine Deccal ve Süfyan diyerek onları aşağılama bahanesiyle güneşten lambası, yıldızdan kandili elinden alınarak, mahkeme mahkeme dolaştırılmıştı. Evet, onu tanıyanlar  ne devlet büyüklerine ne de başkalarına bu tür yakıştırmaları yapmaktan uzak olduğunu biliyorlardı. O sadece hadisi şeriflerde geçen ve ahir zamanda ortaya çıkacağı söylenen Deccal ve Süfyan’ın özelliklerinden bahseden Beşinci Şua adında bir risale yazmasıydı.

Basın Terör Estiriyor
Bir yalan ve bir iftira üzerine başlatılan mahkemeleri fırsat bilen bazı gazeteler, manşetlerini bu haberlere ayırıyor, toplum üzerinde büyük bir algı operasyonu yapıyorlardı. Yalan, iftira ve akla hayale gelmeyen düzmece haberlerle etrafındaki vefalı talebeleri ondan koparılarak yalnızlaştırılmaya çalışılıyordu. ‘Bunlar idamlıklar, bunlara selam verenler, yardım edenler, saflarında bekleyenler sonuçlarına da katlanırlar’’ diye de sürekli halkı tehdit ediyorlardı.
 
 Ramazan Ayında Başlayan Tutuklamalar
Halkı sindirmek ve Bediüzzaman’dan uzaklaştırmak için bu defa toplu tutuklamalara başlanır. Onlara selam veren, yardım eden ve aynı karede görünenler tek tek evlerinden toplanır. Bu ilk tutuklamaların mübarek ramazan ayına denk gelmesi ise kaderin ayrı bir cilvesiydi. Bu hukuksuzluğu Üstad şöyle izah eder. ‘’Ramazan’da, bir saat ibadeti yüz saat hükmüne getiren bu musibet dahi, o yüz sevabı on saat derecesinde ibadete çevirdi. Dershane-i Yusufiye’deki muvakkat sıkıntıların daimi lezzetler ve faydalar vereceğine inanan sizin gibi ihlaslı zatlara acımak ve rikkatten ağlamak haletini ise istihsan ve takdir etmek haletine çevirdi.’’       ( bk. Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,  s. 324)
Aziz, sıdık kardeşlerim! … Bu şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve bu yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar hücumlara karşı kuvve-i maneviyesi  kırılmayan zatları ehli hakikat ve gelecek nesiller alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhaniler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var’’ ( 13. Şua, s, 272)

Hep Dik Durdu ve Asla Eğilmedi
1935 yılında idamla yargılandığı Eskişehir’deki mahkeme salonu, bir telefon bağlantısı ile Ankara’dan canlı olarak dinlenmektedir. Müdafaasına Allah’ın varlığı ve birliği, kainattaki delilleri ve öldükten sonra tekrar dirilerek asıl mahkemede hesap verileceğini dile getirerek başladığından, onu susturmak için savcı sürekli sözünü kesmeye çalışır ve; ‘’Biz seni idamla yargılıyoruz sen gelmişsin bize vaaz veriyorsun’’ deyince sözünün kesildiğine sinirlenen Üsdat, ‘Tüüü’ diyerek mahkeme hakimlerine doğru koca bir tükürük savurur.

Ankara’dan da canlı dinlenen bu olay, mahkeme salonunu karıştırır. Ortam yatıştırıldıktan sonra bu defa Üstad, oturduğu sanık sandalyesinde bacak bacak üstüne atarak 99’luk tesbihini ipe dizmeye başlar. Bir kahvehanede oturma rahatlığı içinde işini bitirir bitirmez tesbihi püskülünden tutarak mahkeme heyetine doğru kaldırır ve ‘’Nasıl güzel olmuş mu?’’ diye sallayarak onların tehditlerinden korkmadığını ima eder.

Mahkeme Esnasında Zelzele
Kelepçeyi bir korku ve bir aşağılık ifadesi olarak görenler, mazlumların mahkeme gidiş-gelişlerinde hepsine kelepçe takılması ve kelepçenin yeterli olmadığı durumlarda ellerinin kendirle bağlanmasını emrediyordu. Halbuki bu kahramanlar Üstad ile beraber kelepçelenmeyi,  aynı karede beraber görünmeyi kendileri için şeref atfediyorlardı.
Hukuksuzluğun zirveye çıktığı bu dönemde hakim ve savcılar adete hükümetin bir sopası haline getirilmişti. Savcılar hükümetten aldıkları güçle soruşturmaya ellerinde sopalarla giriyor, ifade almada ondan istifade ediyorlardı. İstediklerini alamayınca da ağza alınmayacak hakaretler, küfürler ve ithamlarla Üstad’ın talebelerine işkence yapıyorlardı.
İlk sorgu sırası Tahir Mutlu’nundu. İstediğini alamayan savcı bu defa elindeki sopayla onu dövmeye hazırlandığı sırada adliye binası zelzeleyle sallanmaya başlar. Bütün mahkeme personeli can havliyle kendilerini dışarı atarlar. Mahkeme salonunda tevekkül içerisinde bekleyen ve oturduğu sandalyesini bile terk etmeyen tek Tahir Mutlu kalmıştır. Devletin gücünü arkasına alarak bunca zulmü yapanlar, kıyamet günüde Allah’ın can yakıcı azabı karşısında acaba nereye kaçacaklar.

‘’ELİF’’ Gibi Dik Durdu
Bediüzzaman, 23 Ocak 1948 tarihinde ‘İdamlık Mahkumlar’  diye Emirdağ’da  talebeleriyle tutuklanır. Sadece kendisinin dışarıda kalmasını arkadaşlarına ve davasına ihanet sayan Zübeyir Gündüzalp, bir hapishane ziyaretinde Ceylan Çalışkan’a derdini açar ve aldığı cevap üzerine  zaman kaybetmeden  İsmet İnönü’ye bir telgraf çekerek; ‘’ Siz Nurcuları Afyon hapishanesine topluyorsunuz ama, Akşehir’de posta memuru Bediüzzaman'ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp diye birisi var. Onu görmüyorsunuz. O, durmadan Nurculuk yapıyor’’ diyerek kendini tutuklattırır.

Bir yolunu bularak Bediüzzaman’ın kaldığı koğuşa girer. Gördüğü manzara kan dondurucudur. Kış gününde eksi 15 derece rutubetli, camları kırık ve zemini beton bir koğuş.  Burada değil insan, bir canlının yaşaması bile mümkün değildi. Abdest alırken bıyıklarında su kristalcikleri oluşmuş, dudakları mosmor kesilmiş ihtiyar bir delikanlı dimdik ayakta duruyordu. Zübeyir Ağabey bu manzara karşısında dayanamaz ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Üstadına arkadan sarılır, buz kesmiş vücudunu kendi beden sıcaklığı ile ısıtmaya çalışır. Sarıldığı sineden gelen; ‘’Korkma, tasalanma kardeşim. Bu herifler beni öldüremeyecektir.’’ sesi Allah’a tevekkülün adeta resmini o soğuk ve nemli duvarlara çizer.

Manevi Evlat Olma Şerefi ve Hesna Hanım
Bediüzzaman tesettür risalesinden yargılanıyordu. Yıllar önce  bir vesile ile kendisiyle görüşmüş olan Ağır ceza hakimi Ali Rıza Efendi eliyle onu cezalandırmak istiyorlardı. Yani dostu dosta düşman etmeye çalışıyorlardı.  Duruşma sırf bundan dolayı Denizli’ye alınmıştı. Bu mahkemeye hükümet tarafından atanan iki hakim daha vardı. Mahkeme hakiminin oyu her ne kadar iki sayılsa da, diğer iki hakimin oyuna eşit olduğundan mahkeme dokuz aydır bir karara varamıyordu.

Tam bu sırada bu hakimlerden biri hastalanır ve yerine yeni hakim olmuş Hesna Şener adında bir kadın atanır. Beşinci Şua başta olmak üzere, altı aya mahkum edilmiş tesettür risalesinin de içinde bulunduğu dosya Hesna Hanıma verilir. Hükümet, bu dosya için sürekli baskı yapmasına rağmen Hesna hanım bu baskılara aldırış etmeyerek ‘’Beraatine’’ diyerek 9 aydır bitirilemeyen Risale-i Nur davasını bir imza ile bitiriverir

Bir İmza ile Gelen Müjde
Üsdat bu durumdan oldukça memnundur. Devletin gücünü arkasına alarak zulüm yapan bir güruha karşı, bir kadın hakimin dik durarak beraat kararı vermesi hiçte kolay bir şey değildi. Cesaret dişilik ve erkeklik işi değil,  yürek işi olduğunu Hesna Hanım bu hareketiyle bütün meslektaşlarına da göstermiş oluyordu. Bir talebesine;‘’ Git, Hesna hanıma, onu manevi evlatlığıma kabul ettiğimi söyle’’ diyerek görevlendirir. Fakat Hesna Hanım açık bir bayan olduğundan, talebesi bu görüşmeyi geciktirir ama, üstad’ın ısrarı üzerine gitmek zorunda kalır. Denizli’de mevsim yazdır ve hava çok sıcaktır. Kısa kollu ve mini etekli bu cumhuriyet hakimine selam vererek odasına girer. ‘Gel bakalım koca Nurcu’ diyerek Üstad’ın talebesini karşılar. Sekterine; ‘’ Sen bize iki çay getir ve odaya kimseyi alma’’ emrini verir. Üstad’ın; ‘’ Manevi evladım Hesna’ya selam söyle’’ sözünü duyar duymaz hüngür hüngür ağlamaya başlar ve; ‘’ Ne dünyaya yaradık ne de ahirete. Babama beddua ediyorum! Beni bir çobana  verseydi de, hiç değilse çoluk çocuk sahibi olurdum. Enaniyetten ne çoluğumuz ne de çocuğumuz  oldu’’ diyerek manevi evlatlığı kabul eder.
Üstad, dönen talebesine; ‘’ Ne o, Hesna tesettürsüz diye darılıyor muydun? Beşinci Şua ve Tesettür Risalesi dahil  bütün baskılara rağmen beraat kararını veren hakimdi. İşte tesettüre riayet etmiyor dediğin Hesna Hanım,  ‘essebebü kel’fail’ sırrınca bütün  kazandığınız hasenelere bitamamiha o da ortak oldu’’ diyerek, insanları dış görünüşleriyle değerlendirmenin ne kadar yanlış olacağını ifade ediyordu.

Kulluğu içinde SULTAN olanlara selam olsun.