En Sevgiliye...


Kutlu Doğum ve Bir Hasbihal
          
 
Ey Sevgili! Sevgi Saraylarının Sultanı
Sen gönlümüze doğmadan önce insanlık zillet üzerine zillet;  semalarımız karanlık üzerine karanlık yaşıyordu. Sen bu karanlıkları aydınlatacağın ana kadar da güzel ile çirkini, günah ile sevabı, dostluk ile düşmanlığı birbirinden ayıramıyor ve gönüllerimizde bir çöl kuraklığı yaşıyorduk. Ne zaman gün doğacak diye bekliyor, susuzluktan çatlamış gönül bahçemize rahmetinin sağanak sağanak boşalacağı anı bekliyorduk. Kalplerimiz bedenimizin bir köşesine sıkışmış, kömür renkli bir ucubeden farksızdı. Bir elimizle gözümüzdeki yaşı silerken, diğer elimizi kaşımızın üzerine yerleştirerek, kısık gözlerimizle hep veda tepesine bakarak seni bekliyor, her gelen kervana seni soruyoruz. Çünkü ümitsiz değildik. Varaka Bin Nevfel gibi sinelerimiz sana duyarlı, gönül pusulalarımız senin geleceğin istikamete ayarlıydı.
 
Ve Sen Geldin Sevgili.
Sen gönüllerimize teşrif ettin. Senin gelişini yer ve gök ehli adeta ayakta alkışlıyor, sema rahmet üstüne rahmet ile o kupkuru çölleri cennetlere çeviriyordu. O günden sonra dünyamızı kasıp kavuran kuraklıklar büyüsünü kaybediyor, susuzluktan çatlayan dudaklar kendi rengini alıyordu. Hazan vurmuş gönül bahçelerimiz senin rahmetinle tekrar yeşerirken; zalimin zulmü, Mecusilerin ateşi gibi sönüp giderken, gönüllerdeki kin ve nefret Kisra’nın saray burçları gibi bir bir yere seriliyordu.
 
Zulmün Bendini Yıkan, Benim Efendim!
Hani, Hz Ömer (r.a)’in o karanlık devirde kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüğünü anlatırken, gözlerin zulüm ateşlerini söndürecek, kadınlık alemini tekrar diriltecek rahmet damlalarıyla çağlıyordu. Çok ağlamıştın ve bir daha, bir daha anlat diyerek, ıslanan o kirpiklerinle kaskatı o yürekleri yumuşatıyordun. O nasıl bir yumuşatmaydı ki, kömür ruhlu gönülleri, göz kamaştıracak elmas haline getiriyordun.
 
Güllerin Gülü, Benim Efendim!
Senin gelişinle insanlık bir kere daha ayağa kalktı. Herkes senin rahmet ve merhamet deryana koştu. Veda tepesi; ‘’ Talaal Bedru Aleyna, Min Seniyyetil Veda’’  sedalarıyla inlerken, ‘O geliyor, O geliyor’ muştuları dört bir yandan duyuluyordu. Çöl ortasında günahsız yere gömülen kız çocukları o müjdeyle tekrar diriliyor, zulme ayarlı kalpler adeta tuz-buz oluyor ve bütün insanlık hep bir ağızdan; ‘Hoş Geldin Benim Efendim’  çığlıklarıyla adeta yeri-göğü inletiyordu. Sen geldin, vahşi düşüncelerin ve merhametsiz kalplerin bir anda düğümünü çözüverdin. Kendi elleriyle çocuklarını kumlara gömen bedevi bir toplumdan, dünyaya rehber olacak bir nesil yetiştirdin.
 
Ey  Adaletin, Aşkın Sultanı, Benim Efendim!
Bizler asırlar sonra geldik. Seni göremedik, ‘’Anam babam sana kurban olsun’’ diye elimizi göğsümüze vurup yanında yer alamadık. Ama inan Ya Rasülellah. İçimizde seni görmeden sana aşık olan binlerce ümmetin var. Seni yer yer unuttuğumuz, günahlarımızla üzdüğümüz doğrudur, farkındayız ama sensiz de yapamayacağımız bir gerçek.

Ey Gönlü Kırıkların Ümidi!
Şu günlerde bunaldıkça bunaldık. Kalpler kırık, düşünceler darmadağın. Züleyhalar saraylarda gününü gün ederken, iffetin ve sadakatin timsali Yusuflar zindanlarda derbeder. Kardeşler hala ihanetin büyülü dünyasında bolluktan yokluğa kayarken; Züleyhalar yaptığı iftiranın ikrarına doğru koşuyor. Yolların sarpa sardığı şu günlerde bir müjde ile tekrar doğ gönüllerimize. Konuştur Züleyhaları, koştur Ken’an elinin sadakatsiz kardeşlerini Yusuflara.
 
Ey Merhametin Kahramanı, Benim Efendim!
Biz sana gelmek için yollarda emekliyoruz. Böyle bir gelmeyi kabul edeceksen, biz geldik diyerek önüne diz çöküp, boyun büküyor, kuyu dibindeki Yusuf gibi senin inayetini bekliyoruz. Kervanlar geçiyor yanımızdan, kuyudan sesimizi duyan olmuyor. Bu kervanda kaçarsa eğer, başka kervanları bekleyecek sabrımız kalmadı. O merhamet elini uzat bizlere, söndür bu fitne ateşlerini, durdur bu amansız kasırgaları, zulümleri. Gönüllerde uzun sürebilecek bir kuraklık ve kıtlık yaşatma bizlere. Kalmadı ne Yusuf kadar sabredecek gücümüz, ne de Yakup kadar bekleyecek ümidimiz. Hz Yakup misali, sür Hz Yusuf’un gömleğini gözlerimize, aç gözlerimizi hakikate, göster bize gerçekleri. 
  
Benim Efendim!
Kulluğumuz gelenek ve göreneklerin kıskacında mahkum. Duygularımız delik-deşik ve çıkar edalı. Gerçekler, iftira ve yalanlarla perdelenirken, emanet, hıyanetin boynunda bir gerdanlık gibi.  Zalim, zulmüyle altın devrini yaşarken,  mazlum ve mağdur gözyaşları içinde boğuluyor. Gönüllerimiz tutsak, bedenlerimiz dünya zindanlarında mahkum Hz. Yusufları arıyor. Daraldıkça daraldık, bunaldıkça dünyalıklara sarıldık. Artık ne dayanacak halimiz, ne de düştüğümüz yerden doğrulacak takatimiz kalmadı. Yanımızdan her geçen bizi ayağa kaldırmak yerine, bir tekmede o vuruyor. Uzat elini dünyamıza. Batmaya yüz tutmuş gönüllerimizi çekip al şu zulmet denizinden. Konuştur Züleyhaları, zindanlara muhtaç et sarayları.
 
Düşkünlerin kanadı, yetimlerin sahibi Benim Efendim
Çok yıprandık, duygu ve düşüncelerde kaymalar yaşıyoruz. Aynı rengi aynı deseni paylaştığımız dostlarımızda müthiş matlaşmalar görülüyor. Bakışları bulandı, nefeslerinde bir hırs bir kin ve bir öfke hızı seziliyor. Burun delikleri gayzla açılıyor, ses telleri bu zamana kadar alışık olmadığı titreşimlerle derbeder. Kalplerimiz kırık, gönüllerimiz buruk. Yaşananlar gözlerde yaş bırakmadı. Bugün seni bekleyecek bir veda tepemiz yok ama, o tepelerin ardında Yusufları koynunda saklayan kuyular; zindanların yolunu bekleyen gönlü hüzünle dolu Züleyhaların var.
 
Ey Gönül Bahçemin En Güzel Gülü!
Ümmetin olarak Senin gül bahçende dolaşmamıza rağmen kokunu bir türlü sindirememişiz benliğimize. Yaşadığın çile ve ızdırapları sadece kitaplarda okuduk ama nakşedemedik gönlümüze. Dergiler, kitaplar yazdık; filimler oynattık beyaz perdelerde. Ama ne yazanlar ne de okuyanlar olarak anlayamadık ve uzak kaldık Senden. Bu işin lafazanlığını adeta bir meslek ve bir meşrep haline getirerek şarkılar, ilahiler besteledik.  Sözleri sevda ile başlayıp, sadakatle biten bu müzikallerle hep yalan söyledik ve yalandan gözyaşları döktük. Müslüman görünümlü bir yalancı, bir günahkar, bir müfteri, bir zalim kisvesine büründük. Üzerimizdeki imani nakışları gerçek manada sergileyemedik. Mümince yaşamanın vasıflarını yitirdiğimiz günden itibaren de münafık motifli libaslara sığınırken; derviş kılıklı zalimler haline geldik.         
         
Yağmur Gözlüm!
 Ama, bütün bunlara rağmen dünyanın dört bir tarafında ‘’Ya Rasülellah, ne kadar da tatlısın, sen neredeydin şimdiye kadar, niye daha erken doğmadın şafağımıza. Doğduğum günden beri perişanım, tutsağım, derbederim, bu karanlık diyarlarda. O asrın hicret erleri gelmeselerdi, seni bizlere anlatmasalardı bizler nereden bilecektik seni. Ne olur, gitme buralardan, kal buralarda biraz daha. Bizim topraklarımızda çok az anılsan da, seni görmeden ilk defa sana aşık olan genç kardeşlerimizi göreceksin buralarda. Yeter ki bizi bırakıp uzaklaşma buralardan’’ sana bağlılığını dile getiren, sahabe misali seni ilk defa gönlünde duyan genç ümmetlerin var.
 
Ey Mezar-ı müteharrik bedbahtlar!
Gözleri dünyadan başka hiçbir şeyi seçemeyen, bütün sevgi ve mutluluğunu geçici zevklerde gören; gönül duvarlarını şehavani hislerle bezeyip mala-mülke tamah edenler. Şahsi menfaatleri uğruna dünyayı ahirete tercih edip zulüm, iftira ve yalan kalelerini bir sığınak haline getiren derviş kılıklı zalimler. Mazlumdan, mağdurdan yana olmayıp, zalime methiyeler dizen fasıklar. Kendi dünyasının saraylarında yaşarken; Hak katında cehenneme mahkum zındıklar. Dünyanın 3-5 yıllık mahkumiyetinden korkup, ahiretin ebedi cehennemine aldırış etmeyen korkaklar. Dünyanın dört bir tarafından duyulan iniltileri ney gibi dinleyen softa gönüller. Ve bunca zulüm, bunca acı, bunca feryat karşısında evlerinin kuytu bir köşesinde sessizliği tercih eden insi cinnin avaneleri. Gelin bu mübarek gün ve gecelerde koşalım onun kapısına. Tıpkı Hz. Ömer gibi anlatalım yaptığımız günahları, attığımız iftiraları, yaktığımız canları bir bir. Bırakalım kini, nefreti ve çekememezliği. Eteklerimizdeki taşları dökelim ortaya ve gün yüzüne çıkarıp itiraf edelim zihnimizde gömdüğümüz gerçekleri.
Yine ona ait şarkıları söyleyelim, yaşlı genç, erkek kadın, çoluk çocuk koşalım gönüllerimizin veda tepesine. Karşılayalım onu yine, asrı saadette olduğu gibi. Girelim kol kola, haykıralım kardeşliğimizi; helalleşelim, barışalım hatalarımızla.  Tıpkı, iki düşman olan Evs ve Hazreç kabilelerinin yaptığı gibi, bir kardeşlik destanı koyalım ortaya.
Ey kendisine yapılan zulümle asla zalim olmayı düşünmeyen mümin gönüller. Durduğunuz yerde durun, nefsinizin soluklarını dinleyip kaçmayın uzaklara. Zor günlerde birbirlerine Evs ve Hazreç olanların vuslatını gerçekleştirelim bu diyarda. Şu mübarek gün ve gecelerde açalım gönül sofralarımızı bize koşacaklara. İftarın aydınlığından çekinip, sahurun alaca  karanlığında  bir tabak ve bir kaşık daha koyalım sofralarımıza.
 
Düşman arıyorsak nefis; nasihat arıyorsak, ölüm; mal mülk arıyorsak, cennet; makam-mansıp arıyorsak, O’na kul olmak yetmiyor mu?
 
‘’ Ölüm var ki, hayat kadar değerli,
Hayat var ki, ölümden de zeherli.
Yaşamakta hoştur, ölümde hoştur,
Gayesiz hayat ta, ölümde boştur.’’