MUHAFAZAKÂR KESİMİN İNTİKAMLARI VEYA RÖVANŞLARINDAN SONRA…



Muhafazakâr diye isimlendirilen dindar insanların genel olarak sosyalleşmesi, öz güvenlerini arttırması 1950’de Adnan Menderes’in başbakanlığa gelmesiyle başladı ve yavaş yavaş gelişti. Hızlanması ise cemaatlerin filizlenip boy atması ve muhafazakârların belediye başkanlıklarını kazanmasıyla oldu. Uzun bir aradan sonra inançlı kesim derin bir oh çekti, buna zemin hazırlayan siyasilere, başta İstanbul Belediye Başkanı olmak üzere belediye başkalarına minnet duydu, yürekten alkışladı… Ülkeye gerçekten hoş güzel bir hava; mutlu yüreklere, sinesi imanlı insanların gönlüne neşe geldi. 
1990’lı yılların ortalarındaydık ve belli bir kesim uzun bir aradan sonra ilk defa mutluydu.

1970’den beri Türkiye’de olup biten hemen her şeyi iyi takip ettiğimi söyleyebilirim. Biraz yakışıksız ama bu konuda mütevazı olmayacağım. Yoksa yazdıklarıma güven azalıyor. İyi bir gazete ve kitap okuyucusu, haber takipçisiyim. (Kendi hesaplamalarıma göre şimdiye kadar altı bin kitap okudum, 52 ülke gezdim.) Allah’ın büyük lütfu hafızam da beni bile şaşırtacak kadar sağlam. Bunları yazıyorum ki, beni okurken atmadığımı, abartmadığımı anlayasınız. Reklam peşinde değilim.

Peki, muhafazakârların toplum içinde yükselmesi topluma, ülkeye ne kazandırdı? Asıl tartışılacak konu bu bence.

Bir kere şunun altını çizmekte fayda var: Genelinde değilse bile muhafazakârlarda dipten dibe, içten içe hep bir hesaplaşma, intikam alma, rövanş yaşama heyecanı, duygusu ve isteği var. “Zamanında çok çektik, şimdi rahatlama sırası bizde. Kendi ülkemizde bize çektirenlerden hesap sormak hakkımız” duygusu ister istemez psikolojilerine yerleşmişti. İç dünyasında buna hiç izin vermeyen, sağlam kitaplardan beslenen sağlam ruhlular da vardı hiç kuşkusuz.

1923’ten 1950 yılına kadar iktidardaki parti hep aynıydı ve devletin resmi, dayatılan partisiydi. Parti yöneticileri aynı zamanda devleti yönetenlerdi. Muhalefet olmadığı gibi sesini yükseltebilen gazeteler, yazarlar, düşünürler de iki-üç kişi dışında yok gibiydi. (2020’lerdeki Türkiye’ye çok benziyor olabilir mi?)

1990’ların ortalarına gelindiğinde Türkiye’de bir kesim için çok güzel işler olmaya başladı. Muhafazakâr ve milliyetçi bilinen isimler belediye başkanı seçildi ülkenin her yerinde. O zamana kadar sadece söylemlerde ve kitaplarda kalan icraatlar duyulur oldu. Başını örten kadınların, haramı helali sorgulayan erkeklerin, namaz kılanların sayısı gözle görülür şekilde arttı. Camilerde namaz kılan üniformalı insanlar, önemli devlet memurları ve üniversiteli gençler vardı artık ve bunlar belli kesimi tarifsiz sevindiriyordu. Oysa daha 1980’lerde, geçen ay kaybettiğimiz TRT’de haber sunan Yusuf Ziya Özkan’ın düzenli namaz kılmasının bilinmesi muhafazakârlar arasında gündem olurdu.

Önceleri büyük mutluluk kaynağı bu yaşananlar, görüntüler giderek renk değiştirmeye başladı. Çünkü “Mücahid” ruhlar giderek çok kazanan, sonradan görme diyebileceğimiz “Müteahhit”ler olarak karşımıza çıkar oldu. O gruplara ait erkekler hızla dünyevileşmeyi, kaçak aşklar yaşamayı; kadınlar başörtülü ama acayip gösterişli hatta seksi görünmeyi; elinde sigara, altlarında lüks jiplerle dolaşmayı alışkanlık haline getirdiler.

Korkunç bir ikiyüzlülüktü yaşananlar… İlk bakışta muhafazakâr, dindar gibi görünen ama yakından baktığınızda kokuşmuş, düzenli namaz bile kılmayan, kurtuluşu Allah’ın rızasında değil de güçlünün kapısında arayan erkekler ve kadınlar… Fikri seviyeleri, okuma oranları düşük, ezberleri ve ram olma duyguları güçlü tipler… Güç sahiplerini, cemaat liderlerini kutsayan, firavunlaşmaya teşne ruhlar… Sevmediklerini, dün düşman bellediklerini yerin dibine batıracağım diye kendi hatalarını hiçe sayan madrabazlar, lâf ebeleri, insaf ve iz’an yoksunları… Kadınıyla erkeğiyle, genciyle, yaşlısıyla… Görünüşte neredeyse şeriat ilan edecekmiş gibi duranların temel dini kuralları bile hiçe sayışları…

Adım gibi biliyorum, kırk yaşın altındakiler şu andaki duygularımı ve yazdıklarımı anlamakta hayli zorlanacak. Yiyen değil, doğrayan ve doğranan bilir dostlar… 

Dünle bugün arasındaki sosyo-psikolojik yapıya örnek olacak bir anımla konuyu kapatacağım:

1977 yılı... İstanbul’da Aksaray’dan Laleliye çıkılan caddenin sağından yukarıya doğru çıkıyorum… O yıllarda oralar güzide ailelerin oturduğu seçkin bir semt. Ünlü doktorların muayenehaneleri de cadde üstünde. Bunlardan biri de Prof. Dr. Âsaf Ataseven ve eşi Dr. Gülsen Ataseven’e ait. (Murat Ülker’in kayın validesi.) Trafik bir anda durdu... Baktım, Dr. Gülsen Hanım, sağdaki boşluğa Wosvos otosunu park etmek için yolun ortasında durmuş, yavaş yavaş geri geliyor ki dar yere otosunu koyabilsin. Çiçeği burnunda sürücü belgesi sahibi olarak ben ve birkaç kişi dikkat kesildik. Çünkü trafik onun yüzünden durmuş durumda ve onlarca sürücü beklemenin verdiği gerginlikle başı örtülü bu sürücünün bu dar alana otomobilini bir denemede park edip edemeyeceğini izliyor... O yıllarda hem başörtülü hem otomobil kullanan çok az bayan olduğundan caddenin hem geliş hem gidiş yönünde belki yüz çift göz heyecanlı bir sahne gibi Wosvos’un başı kapalı sürücünü seyrediyordu. Bense dua ediyordum, doktor hanım başarılı olsun, aracını o dar alana park edebilsin diye. Biliyordum ki, meraklı bakışların en az yarısı “Nerden çıktı bu kadın, başının örtüsüne bakmadan araba kullanıyor ve trafiği kesiyor!” diyordu. Bir ara gözlerimi de kapatarak “Ablamızın işini kolaylaştır Allahım!” dediğimi çok iyi hatırlıyorum.

Bu günün insanları o andaki psikolojimi ve duamın nedenini anlayamayacaktır belki. Toplum içinde belli bir kesimin ezik ve bastırılmış gerilimiydi bu. Mahcup olma ve biraz aşağılanma korkusu…

Sonuç mu? Doktor ablamız mükemmel bir manevrayla arabasını cuk diye park etti. Ben ve birkaç kişi sanki piyangodan otomobil çıkmış gibi sevindik, sessizce alkışladık hanımefendiyi.

Evet, öyle bir dönem yaşadı güzel ülkemiz; kendi şehrinde başını örttüğü için aşağılandı, okul birincisi olduğu mezuniyet törenlerinden kovuldu. 

Ne yazık ki gelinen mutlu noktadan dolayı çok sevinirken yine de hüzünleniyorum. Çok zor elde edilen bu başarıyı yüzümüze gözümüze bulaştırıyor, şımarıyoruz, görgüsüzce işler yapıyoruz. İnşallah aşacağız bunları…

(H. GÖKÇE / 20.09.2021)