Yayınevleri bir numaralı zehir tacirleridir mesela!...


Çocukluğum çok zengin ve endemik (başka coğrafyalarda olmayan) bitkiler ve doğal ortamda geçti. Meraklı bir çocuktum. Bitkileri incelerdim ve babaannemin uyarısıyla zehirli olan, olmayanları ayırt etmeyi öğrenirdim. Ama bir gün yanlış mantar yedim ve zor kurtardılar beni. Sonra eşek arılarının yuvasını eşelerken sayamadığım kadar eşek arısı soktu beni. Yediden fazlası sokarsa ölürsün demiştiler bana. Hemen iğnelenen yerlere soğuk orak demiri tutmuştum. Koşa koşa eve gitmiştim ve ayrıca soğuk suyun altına koydular beni. Köy balını fazla kaçırınca da tansiyonum sıfıra düşmüş, yine buz gibi banyo yapmıştım. Bir gün evde uyandığımda bir ayağımın üstten balon gibi şiştiğini gördüm. Çevreme bakınırken yastığımın üzerinde akrep gördüm ve hemen öldürdüm. Üç gün ayakkabı giyemedim. Hastaneye git dediler, ben de, öldürücü olsaydı şimdiye gömmüştünüz beni dedim. Çok zehirlendim ama öldürmeyen Allah öldürmüyor.

Yıllar sonra asıl zehirin kitaplar olduğunu öğrendim ve kitaplara balıklama daldım. Bence de harbiden insanı derinden zehirleyen ve insan ürünü bir tür kitap. Ama panzehiri yine kitap. Bir kitaptan zehirlenirseniz karşıtı başka bir kitap okursunuz geçer. 

Yayınevleri bir numaralı zehir tacirleridir mesela. Yüzyıllar boyunca çok bedel ödediler ve yayınladıkları kitaplar törenlerle yakıldı. Sonunda akıl devreye girdi ve herkese yayınlama özgürlüğü tanındı. Ancak okumak yetmiyor; eğer ifade özgürlüğünün önünü açmazsanız her zehire/soruna klinik tedavi ararsınız. İşte bizim gibi ülkeler henüz bu meseleyi aşabilmiş değil. Klinik tedavinin gerekmediği durumlarda aklın galip geleceği kesindir. Ben umutluyum...