CAN KOKUSU


“EVET, ben seni kokundan tanırım.

Ne yandan gelse o yana bakar, seyirtirim.
Bulurum seni.
Aslında sen de beni bulursun.
Daha doğrusu sen beni bulursun.
Tam itiraf edemedim galiba ama şöyle.
Sen beni bulduğun için ben seni bulabiliyorum.
Sen buradaydın.
Yanımdaydın.
Yakınımdaydın.
Benim burada olduğumu biliyordun.
Geldin ve kokunu saldın bana.
Sadece burnuma mı?
Hayır.
Bu sırf burunla alınabilen bir koku değil ki?!
Can kokusu bu, can.
Canın koktu bana.
Neye benzetsem bilemedim. Sorsan tarif edemem biliyor musun?
Can kokusu derim sadece, can kokusu.
Canımdaki can kokusu.
Senin kokun yani.
Yetmez mi bu kadarı?
Yetmeli sevdiğim.
Yetsin.”
Bir sabah gezmesi sırasında ağaçlar arasında yürürken buldum bu mektubu.
Tanıdım yazısından.
Titrekti.
İçliydi.
Nazenin bir çiçeğin rüzgâra tutulması gibiydi.
Kokusu her yana yayılmıştı ama bir tek ben alabiliyordum.
İmza yoktu yazının altında. Onun yerine “Canın. Candaki canın” diyordu.
Bu yeterliydi zaten.
Fazlasıyla hem de.
Canın.
Candaki canın.