DÜNYANIN DÖRT KÖŞESİNDEN UNUTAMADIĞIM İFTARLAR, SAHURLAR…




1971... Denizli. Güz. Cumartesi idi, yarım gün okul vardı… Okul çıkışında kaldırımsız yolda giderken “Birine motosiklet çarptı!” diye bağırışlar oldu. Herkes gibi ben de biriken kalabalığa koştum. Kız kardeşimdi yerde yatan… Ağzından ince bir kan sızmıştı; baygın, başı yana düşmüş asfaltın kenarında toprakta yatıyordu öylece. Ne yapacağımı bilemedim, elim ayağım karıştı…
Az sonra ambulans geldi, şaşkın bakışlarım arasında kardeşimi hastaneye götürdü. Kardeşimle hastaneye gitmek yerine anneme haber vermek için koşa koşa eve gitmeyi tercih ettim. Eve ulaştığımda annem bahçedeki ocağın başında, bir eliyle odun ateşinin üzerindeki tencereyi karıştırırken öteki eliyle kanaviçe kasnağını tutuyordu. Durumu haber verince öyle bir ah çekti ki, düşüp ölecek diye ödüm koptu. Bereket, kendini toparladı ve hastaneye doğru beraberce seyirtmeye başladık. Tabii tabana kuvvet… 3-4 kilometrelik yol…

Kardeşimin durumu korktuğumuz kadar değildi. Bir gece yatsa yarın taburcu olurdu. Anneciğim yanında geceleyecekti. Osmanlı’nın son yıllarında halktan toplanan paralarla yapımına başlanan bu tarihi “Memleket Hastanesi”nde annemin kötü anıları olduğunu bilirdim.

 Onlarca defa, tek başına beni getirmişti küçük çocukken. Hele, “Gazoz kapağından sana su içirmiştim, başka bir kap bulamayınca” diye anlatışı fazlasıyla içimi acıtırdı. Hafız Ali büyüğümüz de 1944’de burada ruhunun ufkuna yürümüştü.

“Sen git oğlum eve” dedi annem. “İftara az kaldı, güzel yemek yaptım, karnını doyur, ocağın üstünde, hâlâ sıcaktır.”

Hastaneden çıktıktan on dakika sonra akşam ezanı okunmaya başladı. İftara yetişme telaşındaydı insanlar. Bayramyeri camiine yöneldim. Açlık hissetmiyordum. Orucumu açmak aklıma gelmedi.

 Abdest aldım. Caminin içinde hurma ve su dağıtılıyordu. Namazdan sonra hızla boşaldı cami, insanlar evlerine gitmekte acele ediyordu.   

Bense tam tersi yavaş davranıyordum. Bekliyordum ki, hâlim birinin dikkatini çeksin ve “Ne derdin var?” desin. Soran, yüzüme bakan olmadı. İsteksizce evin yolunu tuttum.

Hava kararmıştı. Kilitlemeden çıktığım evimizin dış kapısından girince aklıma annemin dedikleri geldi, bahçedeki tencerenin yanına gittim. Kapağını kaldırdım; gerçekten yemek hâlâ sıcaktı. Belli ki altındaki közler yeni sönmüştü. Yakından bakınca çok sevdiğim “Gök domates yemeği” olduğunu anladım. Bizden başka evlerde pişirilmeyen bir yemekti. Ermemiş ve pazarda ucuza satılan domateslerden yapılırdı. Hafif mayhoş tadını severdik ailecek. Ancak bu akşam hiç yiyesim yoktu.

Tencerenin içine baktıkça anneciğimin yüzünü ve ellerini görüyordum orada. Gerçekten… O zaman ağlama tutuyordu beni. Ağlıyordum, ağlıyordum… Sonra kardeşim geliyordu aklıma. 
İnsan buydu işte; sahurdan iftara ya da iftardan sahura bir ömürcük! Kısacık… 

1978, İSTANBUL…
Bekarlık zamanım. İki yıldır İstanbul’dayım ama hiç kimse iftara çağırmamış beni. O dönemde Tercüman Gazetesinde birlikte çalıştığımız, daha sonra Milliyet- Almanya’da Milliyet Gazetesi temsilciliği yapan Ali Seven iftara davet etti. Mesai arkadaşım Celalettin Kafesoğlu (Milliyet’in eski Yazı Müdürü, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun oğlu) ve çorap fabrikası müdürü Hasan Beyle iftara gittik Fatih’e. Ayşe ablanın yemeklerinin tadı hâlâ damağımda.

Aynı yıl, Ayasofya Camiinin hemen altında rahmetli mimar Armağan Tekin beyin atölyesinde Gürbüz Azak ve turistlerle yaptığımız iftar da unutulacak gibi değildi. Hele bir turistin önündeki yemeklere bakarak "Hepsi benim mi?" demesini unutamam. 

1981… Yine İstanbul…
Bir yıllık evliyim. İftara yarım saat kala ancak evde olabildim. Acıktım ama canım daha çok tatlı çekiyor. Evde tatlı yapılmıştır, diyorum bir umut. Yapamadım, dedi eşim. Yedi aylık bebeğimiz Şeyma rahat bırakmamış. Oysa canım çok istemişti, sıcak bir irmik helvasını meselâ. Üzülmesin diye eşime bir şey demedim tabii. Daha kötü haber az sonra geldi; bir şey atmış evin sokağa bakan camını kırmıştı Şeymacık. 

“Geceyi böyle geçiremeyiz, korkarım” dedi eşim. 
Aceleyle sokağa çıktım, camcı bulmaya. Ama tatlı aklımdan gitmiyordu.

Şansım varmış, açık camcı bulup eve getirdim. Oruç değilmiş, rahattı o yüzden.

Tam iftara otururken kapı çalındı. Komşumuzdu. “İrmik tatlısı getirdim” dedi, “Sıcak sıcak yiyin.”
 
“Kısmete bak” dedim içimden. Çok sevindim. Bir an önce iftar yemeğini bitirip irmiğin tadına bakmak istedim. Yemeğin ortasında eşime:

“Camcı oruç değilmiş ama yine de yiyecek bir şeyler verseydik” dedim.

“Verdim” dedi. “Az önce, komşunun getirdiği irmik helvasını onu verdim. Hemen yedi, acıkmış demek…”

Sadece üst üste yutkundum. “Kısmet değilmiş” dedim, içimden. Yine de bozulmadım değil.

Camcı işini bitirip çıktıktan iki dakika sonra kapı zili çaldı. Ben açtım. Üst komşumuzun oğluydu gelen. Üstü peçeteyle örtülü bir tabağı uzattı:

“İftardan önce geldim ama kapıyı açan olmadı. Isıtıp yeniden yolladı annem” dedi ve gitti.

Hızla peçeteyi kaldırdım. Ne gördüm dersiniz? Sıcaklığı tabaktan elime geçen irmik helvası! “Yanılmışım, kısmetmiş” dedim.

ASKERLİKTE ORUÇ
1983, Manisa – Kırkağaç… Jandarma-Komando Alayında kısa dönem askerlik yapıyoruz.

Daha önceden “Torpilli yeri” olarak ünlendiği için zehir zemberek bir yarbay göndermişler Alay Komutanı olarak. Eğitim çok sıkı. Tam bir komando olarak yetişiyoruz. Ramazan başladı. Bir hafta sonra da “Alay teftişi” var. İçtimada komutan net duyurdu: Teftiş geçene kadar alayda oruç tutmak yasak! 

Biz bir grup arkadaş oruç tutmaya kararlıyız. Komutan uyanık; iftar saatinden iki saat önce başlayan akşam yemeğine katılmayı mecbur hale getirdi. Mecburen katıldık ama yemiyoruz. Akmaz kokmaz yiyecekleri şuramıza buramıza gizleyip iftar saatinde yemek için tam aşhaneden çıkarken durdurulduk. “Dışarı yiyecek içecek çıkarmak yasak! Komutanın kat’i emri var.” 

Her şeyi teslim ettik. Kantinden alırız dedik ama orası da kapalı. O akşam iftar etmeden aç yattık. Yatakhanede gizlediğimiz kuru yemişleri yiyerek sahur yaptık yine de. Komutan inatsa biz daha inadız! Deli gençlik işte…

Ertesi günü aynı sıkıntıyı yaşamamak için gündüz kantinden bir şeyler aldık. Onları yatakhaneye sokmak mümkün değil, kontrol acayip sıkı… Ağaçlara çıkarak dalların arasına astık, gizledik. 

Komando eğitimi almış çakı gibi askeriz sonuçta. Gece bir yolunu bulup bir güzel sahur yaptık. Aynı şekilde iftarı da hallettik. Samimiyetimizi gören nöbetçi subay ve arkadaşlar da bize yardımcı oldu.

Teftişten sonra Alay Komutanı da sözünde durdu, orucu serbest bıraktığı gibi nefis iftar ve sahur sofraları hazırlattı bize. Belki de en makbul orucumuz o yıl tuttuklarımızdır. Tabii beş vakit namazı da aksatmıyorduk.

1987, PARİS…
Klişi Subuva (Fransızca yazılışını unuttum) semtinde evimiz var. Rahmetli Doç. Dr. Süleyman Acar Beyle birlikte çalışıp aynı evde kalıyoruz. Sadece o ve ben.

O gece sahura kalkacağız… Ne yiyelim diye konuştuk, bir şey gelmedi aklımıza. Yatalım, kalkınca tost filan düşünürüz dedik. Kurduğumuz saat çalmadan sahura yakın kapının zili duyuldu. Biraz ürperdik. Apartmanda bizden başka Türk yok, kim olabilirdi? 

Gözden baktık, yaşlıca Ermeni komşumuzu tanıdık. İstanbul doğumlu olduğu için arada konuşurduk ayaküstü.

“Kuzum, Türk televizyonundan öğrendik, bu gece sahurmuş. Yalnız iki erkeksiniz, kalkıp size su böreği hazırladım. Afiyetle yiyin soğumadan” dedi ve tepsiyi verip gitti.

Saat gece 04… Ermeni komşumuz ne zaman kalktı da, ne zaman hazırladı, ne zaman pişirdi bu böreği?

1988, SUUDİ ARABİSTAN…
Cidde’de toptan konfeksiyon işi yapıyoruz. Oruç, en çok patronumuz, rahmetli Mehmet Hasırcılar’ı zorluyor. Hem sigara tiryakisi, hem kilolu… Sıcaklık 40’larda. Akşama doğru konuşabilmek için sol eliyle alt tutağını, sağıyla üst tutağını kaldırmak zorunda. 

Kalın dudakları birbirine yapışıyor çünkü. Kendinden geçiyor, baruta dönüyor. Yanından geçmeye, bir şey demeye korkuyoruz iftar saatine yakın.

Neyse iftar oldu, sofra hazırlandı. Yedi-sekiz kişiyiz. Sofraya bir baktım, beş çeşit Türk tatlısı.  
“Bu ne ya, kim getirdi bunları?” deyiverdim.

“Mehmet Bey sipariş etmiş, Türk lokantasından getirdiler. Siz tatlıyı çok severmişsiniz, sizin için geldi” dedi Sakaryalı arkadaşımız.
Bu kadar sıkıntı yaşarken ha!

Ah, Mehmet Hasırcı abi… Senin gibisi zor gelir bu âleme, zor! Nur içinde yat…

Ertesi günü Kâbe’yi ziyaret için Mekke’ye doğru yola çıktık. Mekke’nin içine motorlu taşıt izni vermediklerinden kendi vasıtamızı almaz taksiyi tercih ederdik. Maalesef yabancılardan fazla para alma alışkanlığı olduğundan her defasında taksiciyle sıkı pazarlık kaçınılmazdı… Dört arkadaş yola düştük. Niyetimiz Kâbe’de iftar yapmak. Cidde - Mekke arası sadece 70 km ama trafik çok yoğun. 

Mekke’ye varamadan dinlenme alanında iyi bir lokantaya girdik. Şoförü de davet ettik. Güzel iftar oldu, karnımızı iyi doyurduk. 

Hesap ödeyecekken ödendi, dediler. Şoför ödemiş bütün hesabı! 
Oysa bu adamla çatır çatır pazarlık etmiştik. Parasını iade etmeye çalıştık, nafile! “Otomobilim evim gibidir, iftarı benim mekânımda yapmış sayılırsınız” dedi. Çoktur böyle güzel Suudiler.

Kâbe’de iftar yapamadık ama teravih kılmak nasip oldu. Bir ara yağmur yağmaya başladı. Yağmur çamurlu suya dönüştü beş dakikada. Bir de baktık gökten kurbağa yağıyor. 

Bildiğimiz kurbağa! Beş-altı santim büyüklüğünde… 

Duaların sesi yükseldi birden, korkuyla karışık… Lâ havle, velâ kuvvete illâ billâh…

1993, MOLDOVA
Oraya ilk gittiğimizde pek az insan duymuştu adını. Haritada zor bulduk. Önce otelde kaldım birkaç ay. Sonra yerli biriyle bir daireyi paylaşmaya başladık. Cam fabrikasında mühendisti. Ramazan başlayınca sıkıntı bastı beni. Yaşadığım başkent Kişinev’de iki Türk, bir Kürt, üç Azeri’den başka Müslüman görmemiştim. Ne bir cami, mescit ne de ezan sesi…

Böyle bir ortamda nasıl oruç tutacak, nasıl iftar yapacaktım? Daireyi paylaştığım Moldavan, eksik olması bir şeyler yapmak için adeta kendini yırtıyordu ama elinden gelen sınırlıydı.

İlk defa Kişinev’de anladım ezan ne demek, cami ne demek, iftar ne demek…

O günlerde Türkiye’yi ve insanlarını o kadar çok özledim ki, anlatamam!

1993, ÖZBEKİSTAN…
Geçen yıl yaşadığım Ramazan’ın tam tersi bir yerdeyim bu defa, Özbekistan’da… Taşına toprağıma Müslümanlık işlemiş mübarek yerler... Ne var ki, Türkiye’den gelmeler henüz hızlanmamış. Tek tük işadamı, bir Türk okulu… Dış ticaret firmasının genel müdürü olarak sık sık Özbekistan’a, Kırgızistan’a, Kazakistan’a gidip geliyorum.

Ramazan ayı gelince yalnızlığım arttı... Maksim Gorki semtinde güzel bir dairem var ama çevrem henüz pek az.

İlk iftarı yapacağım gün… İftara 15 dakika kala hala yiyecek bir şeyler hazırlamış değilim. Allaha şükür; Moldova gibi değil, bolluk ülke, buzdolabım dolu ama yalnızım. Açım lâkin canım bir şey çekmiyor. 

Ayrılık hüznü de var, vatanımdan, çocuklarımdan… Neredeyse ağlayacağım…

Birden kapı çaldı. Sevinerek açtım. Karşımda Kutlukhan Şakirov… Özbekistan’daki ilk ücretli danışmanım, yakın dostum, ağabeyim Kutlukhan Bey… Son Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ali Han Töre’nin oğlu. Üniversitede ekonomi alanında doçent…

Selam verir vermez sordu:
“Ne yapıyorsun, oruç değil misin?”

Oruç olduğumu söyledim. Etrafta hiçbir hazırlık göremeyince psikolojimi, hüznümü, burukluğumu anlamakta gecikmedi. Hemen kolları sıvadı. Buzdolabını açtı. 15-20 dakika içinde mükellef bir iftar sofrası hazırladı bana. Zaman genişledi, çiçek açtı o akşam…
Kutlukhan abi, sen çok yaşa e mi!

2002, İSTANBUL…
Taşkent’te yaşadığıma benzer bir olayı dokuz yıl sonra bu da İstanbul’da yaşayacaktım…

Ramazanın sonlarıydı. İki hafta önce babamı kaybetmiştim… O akşam Merter’deki ofisimden çıkmak istemiyordum. Evde ailem bekliyordu ama müthiş bir isteksizlik vardı üstümde. Otomobil kullanacak halde değildim. İftara da çok az kalmıştı. Oruçtum fakat açlık aklıma gelmiyor gibiydi.

Cep telefonum çaldı. Komşumuz büyük bir holdingin genel müdür asistanı Gül Hanımdı arayan. Birden aklına gelmişim, aramış. Hal hatır sordu. Kendimi zorlasam da sönüktü kelimelerim.

“Sende bir hal var, yanına geliyorum” dedi Gül Hanım. Çok şaşırdım. Fazla bir samimiyetimiz olmadığı gibi o da böyle çat kapı gelen biri değildi.

Geldi. Oruçmuş o da. Dışardan yemek söyleyelim, dedim. 
“Yetişmez! Ne geleceği de belli değil. Ben hemen bir şeyler hazırlarım” demesiyle mutfağa dalması bir oldu. Kısa sürede güzel şeyler hazırladı. Oruçlarımızı açtık.

Kardeş kardeş konuştuk şuradan buradan. Akşam namazını da kılınca epeyce rahatladım.

Gül Hanımı yolcu edip, Veysel Karani Camiinde teravih namazına yetiştim.

2008, İSTANBUL…
Oluyor böyle kasılmalar, kabızlık halleri bende…  Yaz zamanı… Bunalıyorum yine…  Oysa işlerim fena değil, sağlığım yerinde. Üstelik bereket ayı Ramazan… Sahuru arkadaşlarla sahilde yapacağız bahanesiyle saat gece yarısı ikiye doğru evden canımı attım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Kimi arayacağımı da… 

Sonunda bir arkadaşımı çevirdim. Biraz laflayınca:

“Bana gel lütfen” dedi. “Konuşuruz, ev müsait…”

Evine hiç gitmemiştim. Israr edince direksiyonu oraya çevirdim. Sahura kadar dereden tepeden sohbet ettik. Ailesi uyuyordu.

“Yalnız sayılırım.. O yüzden sahur için hazırlık yapmıyorum. Ne yemek istersin? Diye sordu. Onu güç durumda bırakamazdım. Sahanda yumurta olabilir, dedim.

O sahur vakti yediğim sahanda yumurtayı ömrüm boyunca unutamıyorum.

“Sabah namazına Eyüp Sultan’a gitsek nasıl olur? Diye sordu limonlu çaylarımızı yudumlarken.

“Çok iyi olur” dedim. O sabah Eyüp Sultan’da kıldığımız sabah namazını da unutamıyorum.

Bundan üç yıl sonra kendisine o sahuru ve Eyüp Sultan’ı hatırlattım telefonda. “İstersen bu defa iftar yapalım” dedim. Hayır der diye korkuyordum ama kabul etti. Sirkeci’de tarihi bir yerde güzel bir iftar yaptık. Bilmem bir kere daha böyle bir sahur ya da iftar olur mu?

2011, İSTANBUL…
Şimdi oturduğum eve taşınma-yerleşme sırası… Oruçluyum… Komşulardan henüz kimseyi tanımıyorum. O kadar çok kaptırmışım ki kendimi çalışmaya, oruçlu olduğumu unuttum. Planladığım iş bitti ama ben de bittim. Kendimi yere bıraktım. O zaman oruç olduğumu ve acıktığımı hatırladım. Ama kadar bitiğim ki yerimden doğrulmaya mecalim yok, niyetim de! Bir taraftan açlığı iyice hissetmeye başladım. Açlık ve mecalsizlik yarışıyordu!

Tam o sırada kapı çaldı. Askeri öğrenci üniformalı yakışıklı bir delikanlı:

“Biz karşı komşunuz oluyoruz. Bunu annem size gönderdi” dedi.
Kocaman bir tabak. İçinde etin her türlüsü. Etrafında yeşillikler…

2019, PROF ORHAN KURAL İLE…
“Prof. Dr. Orhan Kural Gezgin Evi ve Müzesi’nin düzenlemesini yapıyoruz hocayla. Sadece ikimiz. Bir de hocanın öğrencilerinden biri yan odada hocanın yeni kitabını temize çekiyor.  Ramazan ve orucum. Herhalde hoca bir şey ikram eder, orucumu açarın diye düşünüyorum. Oysa birkaç yıl öncesinden kötü bir tecrübem var, bir ramazanda iftardan üç saat sonra ancak evde yemiştim bir şeyler. Her zaman böyle olacak değil ya! dedim, kendi kendime.

Hocamız hiç oruç tutmadığı için yine anlamadı orucumu. Top patladı; biz hala orası senin, burası benim çalışıyoruz. Hocanın yeme içmeyle fazla işi olmazdı zaten. Yeni yeni ülser başlamış bende, kıvranıyorum. Buzdolabını açsam bir şeyler atıştırsam lâf edecek adam değil hoca ama o alışkanlık yok Hüseyin’de! Dayan Hüso!
İftarda bir saat sonra birden yüzüme baktı hoca:

“Yoksa sen oruç musun?” Dedi.
Yalan söyleyemezdim. Hoca görmediğim kadar dertlendi:
“Ne yaptık biz yahu!” dedi… “Adamı ırgat gibi aç aç çalıştırdık…”
Hemen buzdolabına gitti, ne varsa ortaya döktü. Bir taraftan da “Hemen başla!” dedi. Sonra öğrencisine para verdi:

“Git ne bulursan al gel, Hüseyin Beye ikram edelim!”

VE, 2021, İSTANBUL…
Yaşadım ve Yazdım kitabını yayınlamak çok önemliydi benim için. Dünyayı dolaşmış; yüze yakın kitabın hazırlığına, kendi imzasıyla da 30 kitaba imza atmış, bunlardan 20’sini okurlarıyla buluşturmuş biri olarak hayatımı yazma zamanımın geldiğini söylüyordu dostlar. 

Etrafımdaki ölümler de artınca dört elle sarıldım hayatımı yazmaya. Aynı zamanda Türkiye’nin 50 yıllık sosyal hayatının kısa tarihi idi bu çalışma. Ülkemizin önemli yayın gruplarından Çıra ile anlaşıp kitap bir haftada elimizde oldu. Çıra’nın genç patronu Hasan Güler Bey:

“Hocam sizi yormayalım, masanıza kadar taşıyalım bütün kitapları” dedi. Ramazan birkaç günlüktü. “Hatta yarına bırakmayalım, bu akşam getirelim kitapları” diye de ekledi. Hoşuma gitti tabii.

“Yasaklar var filan ama sizi iftara başka yere bırakmam” dedim ben de. 

Bizzat kendi getirdi kitapları Hasan Bey. Asansörsüz beş katı tırmanarak bin kitabı taşıdı bir arkadaşıyla. O sırada iftar topu da patladı, eşimin hazırladığı sofraya geçtik beşimiz.

Yasaklar ve yaygınlaşan acılarla örülü bu Ramazan ayının konuklarla yapılın ilk ve tek iftarını yaşadık böylece. Yeni kitabın doyumsuz heyecanıyla, yeni bir dünyanın gölgesinde, gençler sayesinde mutlu bir iftar oldu. (04.05.2021)
H. GÖKÇE