İÇİNİ ÇEKE ÇEKE ÖZLEMEK


HASRETE bulanmıştı.
Öyle böyle değildi çektiği özlem…
Ne yana baksa onu görüyor ne tarafa dönse ona rastlıyor gibiydi.
Hasret tüllenmişti gözlerinde.
Yüreği bir kalkıp bir iniyordu.
Bir hâli daha vardı ki, bunu kimselere âyân etmek istemiyordu.
İçinde kaynayan muhabbet kazanının buharını taşırmamak, etrafa yayılımını önlemek hiç kolay değildi.
Bakışına sirayet ediyordu.
Sözlerine siniyordu.
Hareketlerini ele geçiriyordu.
Zira düşüncesini her yönden abluka altına almıştı.
Öyle ki, bir yaprak hışırtısından bile yüreği ağzına geliyor boğazı boğum boğum oluyordu.
Birbiriyle koklaşan at fotoğraflarına baktığında gözyaşı artık direnemiyor yanaklarını ıslatıyordu.
Silmeye yeltenmiyordu.
Çünkü o gözyaşı sevdasının şâhidiydi.
Muhabbetinin deliliydi.
Sevginin sarmaşık haline gelip olabildiğince birbirine sarılıp sıkması gibiydi.
Dinlediği bir şarkı onu âniden alıp dağ başlarına götürüyordu.
Bu hem yakıcıydı hem de serinleticiydi.
Yine türküler diline düşüyor her birini havalandırırken kendisi de onlarla kanatlanıyor, gidip hasretini çektiğinin kalbine naif bir kelebek gibi konuyordu.
Hasreti diniyor muydu derseniz, hayır dinmiyordu.
Kendisine sorarsanız dinmesini de istemiyordu.
Açık bir yara gibi hep hasrete kanamak istiyordu.
“Yetişir artık sakladığım” diye düşünüyordu.
“Yetişir.”
Zamanın kıskacında hasreti bir saat gibi her dakika, her saniye, her salise vurmak istiyordu.
Her “Tın” sesinde irkiliyor ve bir daha derinlere sürükleniyordu.
Ve artık bu onun hayatı yaşama şekline dönüşmüştü.

YAŞAMAYAN elbette bilemez özlemin labirentlerini…
Hissetmeyen elbette anlayamaz hasretin kılıç darbelerini…
Kendini sevdiği ile birlemeyen elbette kavrayamaz uzakta iken yakîn olmayı…

YASEMİNLERİ koklarken içine dolan oydu.
Papatyalara gözlerini doldurduğunda gözlerinden taşan oydu.
Çiğdemlerle hemhal olduğunda kalbinde ıtırlanan oydu.
Güllerde bulduğu oydu, leylaklarla sarıldığı oydu, zambaklarla ruhunu ferahlatan oydu.
Ondan başkası yoktu muhayyilesinde…
Her şeyi onunla hesap ediyor yine onunla tartıyordu.
Kendisini bile…

GÖKYÜZÜNDE aramıyordu sadece…
Derin kuyularda da onu buluyor onunla söyleşiyordu.
Rüzgârın saçlarını dalgalandırdığında hissettiği yine ondan başkası değildi.
Olamazdı da…
Hayatı hasretiyle ilmek ilmek dokuyordu.
Kendini böyle okuyordu.

“BU nasıl özlemek?” diye bir soruyla muhatap olduğunda nasıl da yadırgamıştı.
“Hasretin tek bir hâli yok ki, yârenler” demişti cevaben.
Ona göre özlemin binlerce şekli, tarzı, tonu, rayihası vardı.
Biraz kızdırdıkları vakit; muhataplarına “Arapça’da iki türlü özlem vardır demiş ve buna ‘İştiyak’ denildiğini söylemişti.
“Bunu herkes yaşar, ehemmiyeti yok zira geçici bir özlemi ifade eder” diyerek çıkışmıştı.
“Sizinkinin farkı nedir?” diyenlere de “Tehassür” demişti.
“Yani, içini çeke çeke, kalbi yana yana büyük bir hasretle arayarak ve onun yolunu gözleyerek özlem çekmek” şeklinde açıklamıştı.
Ama bunu da yeterli bulmuyordu.
“Gurbeti hem içinden hem dışından yaşayıp deneyimlemeyenlerin bunu anlayamayacağını da” ilave etmekten geri durmamıştı.
...
BİZ belki bu kadarını kavrayıp anlayamayabiliriz ama içimizi çeke özlemekten de kendimizi alıkoyamayız.
Özlemek biraz da kendini kavramak değil midir?
Yeteneklerini fark edip açığa çıkarmak anlamına gelmez mi?
O vakit çekinmeye ne gerek var?
Özlediklerimizi içimizi çeke çeke özleyelim.
Yollarını gözleyelim.
Onlar bunu kesinlikle hissederler…
“Babam beni ne çok özlemiş” derler.
“Yârim yüreğime kor gibi yer etmiş” derler.
İfadeye dökemeseler de olur, nasılsa hissederler…
Mühim olan da bu değil mi zaten.