Pandemi Dönemi; Ortak bir Yüzleşme Fırsatı!
Reklam
Abdulbaki ERDOĞMUŞ

Abdulbaki ERDOĞMUŞ

Abdulbaki ERDOĞMUŞ

Pandemi Dönemi; Ortak bir Yüzleşme Fırsatı!

18 Nisan 2020 - 02:06


Yuval Noah Harari, 05 Nisan 2020 tarihli “Koronavirüs sonrası dünya” başlıklı makalesinde “İnsanoğlu, belki de bizim kuşağın görmemiş olduğu bir kriz ile karşı karşıya. Önümüzdeki birkaç hafta boyunca, hükümetlerin ve halkın alacağı kararlar dünyanın geleceğini şekillendirecek. Bu şekillendirme, sadece sağlık sistemleri değil, ekonomi, politika ve kültür alanlarında da olacak… Kararlarımızın ve eylemlerimizin uzun vadedeki olası sonuçlarını da değerlendirmeli ve hesaba katmalıyız. Seçenekler arasında kararlarımızı verirken, anlık ve acil tehditleri nasıl önleyebileceğimizin yanı sıra, fırtına dindiğinde nasıl bir dünyada yaşıyor olabileceğimizi de sorgulamalıyız. Evet, fırtına dinecek, insanoğlu hayatta kalacak, çoğumuz hâlâ yaşıyor olacağız; ama çok farklı bir dünyada…” 
Bizim de, ülkemizin ve toplumumuzun geleceği hakkında düşünmemiz gerektiğine göre, öncelikle geçmişten günümüze taşıdığımız ve yarınlarda da yaşayacağımız kuvvetle muhtemel sorunlarımızla bugünden yüzleşmemiz gerekmez mi? Fırtına dindiğinde yine aynı sorunlarla karşılaşmak daha büyük fırtınalara yol açmayacak mı? 
Daha dijital ve sanal bir dünya şekilleneceğine göre yeni düzende, teknolojide bir başarı hikâyesi oluşturmayan toplumlara ve ülkelere fazla itibar edilmeyecektir. Bu bağlamda, 20. yüzyıl ideolojilerine ve sorun çözemeyen çürümüş siyasete değil, nitelikli ve özgür eğitim sistemine sahip olmayı önceleyen, dijital devrimlere, yeni teknolojilere ufuk açacak ve sorun çözecek yeni siyasete ihtiyaç olacaktır. 
Gelişmiş ülkelerde düşünürler, aydınlar, siyaset ve bilim insanları Korona sonrası düzen için büyük gayretler gösterirken, etnik ulusçuluk, hamasi milliyetçilik, milli muhafazakârlık, dincilik, dinbazlık, ayırımcılık ve öğrenilmiş cehalet ülkemizi tahrip etmeye devam ediyor. Hukuk katlinden sonra hızla çürümekte olan bir ahlaki ve siyasi çöküşe tanıklık ediyoruz. Uluslararası itibarı düşmüş, ekonomisi çökmüş, siyaseti çürümüş, kurumları zayıflamış, kimlikler üzerinden toplumsal kutuplaşma ve zihinsel bölünme gerçekleşmiş ürkütücü bir Türkiye tablosu ile karşı karşıyayız. Gerçekten de bu durumu ancak “akıl tutulması” olarak tanımlayabiliyorum. 
Geleceğe taşınması durumunda ülkemiz açısından büyük bir yük olacağını düşündüğüm sorunların başında Suriye ile sürdürdüğümüz savaş, PKK ile devam etmekte olan çatışma hali ve bu gerekçe ile ötelenen Kürt Meselesi vardır. Dünyanın Korona salgını ile mücadele ettiği bir dönemde, gençlerimizi, toplumsal enerjimizi kirli savaşlara feda etmenin üzüntüsünü ve utancını yaşamaya devam ediyoruz! 
Korona salgını sonrası yeni dönemde, aynı utancı yaşamamak için başta siyasal iktidarın, siyasetçilerin, bütün siyasi partilerin ve güvenlik kurumlarının bugüne kadar sürdürülen savaş ve şiddet politikalarının sonuçlarıyla yüzleşmesini tarihi bir sorumluluk olarak görüyorum. 
Her kesimin, bu sorunların ülkemize maliyetini, sebep olduğu toplumsal ayrışmanın, kutuplaşmanın, düşmanlığın, patlamaya hazır öfke ve nefretin algı ile yönetilerek dinsel ve etnik milliyetçiliğe dönüşmesinin yaratacağı muhtemel tahribat ve yıkım ile yüzleşmesi gerekmez mi? Siyaset ve devlet aklının gereği bu değil midir? Komşu ülkelerle sürdürülen savaşın ve içerde devam eden iç çatışmaların ve kavgaların siyasal iktidar için “iktidarda kalmak” dışında ülkemize ve yarın şekillenecek yeni düzende toplumsal hayatımıza zarardan başka nasıl bir katkısı olabilir? Küresel güçlere sağlayacağı yarar için geleceğimizi nasıl feda edebiliriz?
PKK ve Kürt Meselesi ’ne gelince; silahla kazanılacak bir özgürlük olmayacağı gibi, silahla yok edilecek bir Kürt toplumu da söz konusu değildir. Buna rağmen, özgürlüğü veya çözümü “namlunun ucunda“ gören 19. ve 20. yüzyıl devlet ve örgütçü anlayışın ve ideolojilerin bugün olduğu gibi yeni dönemde de bize egemen olmasına rıza göstermemiz, koca 21. yüzyılı da feda etmek değil midir? Hangi toplum, 300 yüz yılı feda ettikten sonra, bilgi ve teknolojiden yoksun olarak yeniden medeni dünyada tekrar yer alabilir? Çatışarak “yok” olmak yerine, barışarak, birleşerek ve birlikte “var” olmayı neden denemiyoruz? Düşünmek için pandemi dönemi iyi bir fırsat değil midir? 
Devlet, silah üstünlüğüne ve dış desteğe dayanarak bir örgütü ve halktan milyonlarca kişiyi öldürebilir ve yurtlarından çıkarabilir. Ancak asırlar geçse de Kürtlerin hak talepleri asla yok edilemez. Çünkü Kürtler, bu coğrafyanın, bu toprakların ve bu topraklarda inşa edilmiş medeniyetlerin mayasında vardır. Hiçbir savaş, soykırım dahi bu gerçeği insanlık tarihinden çıkarıp atamaz. Bu durumda düşmanlıklar, çatışmalar, savaşlar neden? Halkımızın ve ülkemizin çıkarlarına olmadığına göre kimlerin çıkarınadır? 
Peki ya PKK? Yaklaşık 40 yıldır sürdürdüğü silahlı mücadele, saldırı, cinayet ve katliamlarla ilgili tam da bu dönemde bir özeleştiri yapması gerekmiyor mu? Neden olduğu tahribatın, yıkım ve yoksulluğun, yozlaşma ve ayrışmanın bütün boyutlarıyla ortaya konması için ‘pandemi dönemi’ bir fırsat ve imkân olamaz mı?
Özgürlük ve Kürdistan iddiasıyla başlattığı silahlı mücadele ile geniş bir toplumsal desteği arkasına aldıktan sonra, Türk-Kürt Sosyalist paydaşlarıyla “devletsiz komünal toplum inşası”na yönelen PKK’nin, 20. yüzyılın ideolojisi ile Kürtleri temsil iddiasında olması ne kadar gerçekçi ve çağdaş olabilir? 
Sovyetlerin uygulamalarıyla sahne alan ve “Tarih’in güneş görmeyen zindanlarında unutulup giden” bilimsel sosyalizm modelinin, Kürtlere bir “kurtuluş reçetesi” olarak sunulması zamanın ruhuna uygun düşüyor mu? 20. yüzyılın dehlizlerine terk edilmiş ideolojik bir sistemi, 21. yüzyılın dijital çağında yoksul, yoksun, bölünmüş parçalı Kürt halkıyla gerçekleştirmeye kalkışmak “akıl tutulması” değilse, kimin yararınadır? 
Yalnız PKK değil, resmî ideolojinin temeli olan “ırkçılık”, İslamcıların “dinsel ümmetçiliği”, milliyetçilerin “Turancılığı”, Kemalistlerin “ulusçuluğu”, muhafazakârların “devletçiliği”, Müslümanların “dinbazlığı” gibi 19. ve 20. yüzyıl ideolojileri bu topraklar için birer tehdit ve yıkım projeleri olmuştur. Esas itibariyle her ideoloji -gerekçeler farklı da olsa- özünde şiddet içerir. Çünkü yönetmek/egemenlik iddiası ancak şiddet yöntemiyle gerçekleşebilir. Otoriter iktidarlar; gücünü şiddet veya şiddet tehdidinden alır. Ulusçuluk, Dincilik, Milliyetçilik gibi ideolojileri de besleyen şiddettir. Bu nedenle her kesimin öncelikli hedefi; güç (şiddet) araçlarına sahip olmaktır, mümkünse devlet kurumlarını eline geçirmek ve devlet için de güç odağı olmaktır. Bu durumda söz konusu ideolojilerin hepsi neticede şiddet üretir. 
Oysa şiddet karşıtlığı bir erdemdir. Kimden ve hangi taraftan gelirse gelsin, dayatmayı, zorbalığı, şiddeti reddederek ancak bu erdeme ulaşılır. Hak'ta ittifak; ihtilafları, düşmanlıkları sona erdirir. Haksızlıkta ısrar ise şiddeti, şiddet ise yıkımı getirir.! Hak ve erdemi yüceltmeliyiz ki, haksızlık şiddetle birlikte tarihe gömülsün.,! 
Diğer taraftan PKK için "şiddet karşıtlığı" bir tavır sergilemeyi sadece Kürtlerden istemek büyük haksızlıktır. Ülke olarak hepimiz şiddetle imtihan ediliyoruz. Kürtlere yönelik şiddeti onaylamak, en az PKK şiddetini onaylamak kadar sorunlu ve ağır bir vebaldir.! 
Vicdan terazisine vurulduğunda, öncelikle Kürtlere yönelik çok yönlü şiddetin karşısında bir duruş sergileyebilmek gerekir. Çünkü Kürtler, tarih boyunca her dönemde sistematik şiddete ve katliamlara maruz kalmışlardır. Dini, ahlaki, vicdani ve insani sorumluluğun gereği olan; bu tarihsel şiddetin sorgulanması, reddedilmesi ve son bulmasıdır. Herkese düşen; öncelikle bu sorgulamayı yapmaktır. Böyle bir anlayış, vicdani, ahlaki ve sivil duruş geliştirilmeden, sadece Kürtlerden şiddet karşıtlığı bir duruş beklemek gerçekçi de, ahlaki de değildir. 
Bizden öncekiler gibi ne yazık ki bizler de bugün Kürtlere karşı bir insaf ve vicdan yoksunluğuna tanıklık ediyoruz. Kuşkusuz coğrafyamızda yakın tarih itibariyle başka topluluklar için de büyük felaketlere yol açan trajediler yaşanmıştır. Süryaniler’in ve Keldaniler’in en az bizler kadar bu topraklara aidiyetlerini hakikat bağlamında inkâr edebilir miyiz? Mezopotamya ve Anadolu medeniyetlerinin inşa ve imarında en etkin unsurlar olan Süryani ve Keldani toplulukları şimdi neredeler? Onların yaşadığı trajedi kadar, bizler de insanlığımızdan, değerlerimizden, ahlak ve vicdanımızdan, medeniyet tarihimizden, köklerimizden çok büyük ödünler vermedik mi? 
Baskı ve katliamlardan kaçarak Batı ülkelerine yerleşen bu kardeş toplulukların bu topraklara aidiyetlerinden ve vatan hasretinden hala gözyaşı döktüklerini biliyor muyuz? Yaşanan trajediler ve dökülen bunca gözyaşları varken, bu topraklarda barış, huzur ve adalet tesis etmek mümkün müdür? Peki, yeni acıların, trajedilerin yaşanmaması için yaşananları öğrenmek, üzerinde düşünmek, vicdan ve insaf muhasebesi yapmak için bu dönemi bir fırsat bilmek gerekmez mi?
Kişisel olarak duygularımı ifade etmek isterim ki, onlar da (Süryani ve Keldani toplulukları) bilsinler ki biz de yokluklarına hala alışamadık ve alışmayacağız da. Onlara olan ihtiyacımızı, özlemimizi hala sürdürüyoruz. Birçoğumuz onlar için hala gözyaşı döküyoruz. 
Birlikte yüzleşmeyi, İnkâr, ret, inat, öfke, düşmanlık ile yürüttüğümüz siyasi ve ideolojik anlayışımızı hakikat ışığında düzeltmeyi başarırsak, gizem yüklü olayları daha doğru anlar ve yanlışlarımızdan dersler çıkararak geleceğe odaklanmayı da başarabiliriz.! Elbette zalimlerin ve ayırımcı unsurların yaktıkları fitne ateşi bir gün sönecektir.!
Birbirimizi, farklılıklarımızı, inançlarımızı, aidiyetlerimizi, haklarımızı ret ve inkâr etmeden omuz omuza vereceğimiz ortak zeminler, ortak aidiyetler inşa etmek için pandemi dönemini bir yüzleşme fırsatı için de değerlendirerek ülkemizin ve insanlarımızın ortak geleceği için çaba içinde olmalıyız. Yüzleşmeyi; mevcut durumu, hukuksuzluğu, haksızlığı, ayırımcılığı ortadan kaldırmak için yapmak zorundayız. Yüzleşmeyi ihmal eder, eksik bırakırsak geleceğin şekillendirilmesine olumlu bir katkımız söz konusu olmayacaktır. Tarihi bir fırsatı daha olumlu değerlendirmeden büyük bir kayba uğrayacağımızı hatırlatmak isterim. 
Koşullar bizleri kendi aramızda bir savaşa zorlayacaksa, Filozof William James’in dediği gibi “savaşın manevi bir muadilini” icat etmemiz gerekiyor. William James ifadesi ile “erdemlere seslenecek, aynı duyguları harekete geçirecek ama savaşların yol açtığı vahşete yol açmayacak barışçı kavgalar bulmalıyız.” 
Amin Maalouf da benzer bir gözlemde bulunarak şöyle der: “Belki de bu yüzyılda ihtiyacımız olan, proleter enternasyonalizminin-yol açtığı canavarlıkları dışarıda tutarak-“manevi muadili”dir. Gerçekten de kimlik kaynaklı tüm taşkınlıkların karşısında çağdaşlarımızı tüm siyasal, dinsel, etnik veya kültürel sınırların ötesinde, evrensel değerlerin etrafında kitlesel olarak harekete geçirebilecek geniş bir hareketin doğduğunu görmek güzel olmaz mı?” Bence de savaşmaktan, kavga etmekten çok daha güzel ve ahlaki bir tavır olur. 



Bu yazı 1903 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum