Kuşkusuz bu yakışıksız ve kaba tutumun muhatabı bütünüyle Türkiye değil; bu söylemlerin  ve nezaket kurallarını hiçe sayan yaklaşımın muhatabı aslında siyasi yönetim.

ABD Temsilciler Meclis Başkanı bayan Nancy Pelosi, geçen günlerde Başkan Trump’ı eleştirirken Türkiye’yi Rusya ve Kuzey Kore ile bir kefeye koyan sözcükler sarfetti. Rusya ile benzetilmek belki birileri için çok sorun olmaz, duymazdan gelinebilirdi; ancak Kuzey Kore benzetmesi bardağı taşırdı. Bayan Pelosi’nin sözlerine Dışişleri ve Cumhurbaşkanlığı sözcüleri -kendilerine göre- ağır yanıtlar verdiler. Örneğin Çavuşoğlu, Pelosi’yi ‘cahillikle’ suçladı.

Nancy Pelosi, ABD Temsilciler Meclisinin (Millet Meclisi’nin) Başkanı, 2007-11 arasında da bu görevi yapmış ve ABD tarihinde Temsilciler Meclisi Başkanlığına ve devlet yönetiminde en üst düzeye erişmiş ilk kadın siyasetçi. Washington Üniversitesi mezunu ve uzun yıllardır Temsilciler Meclis Üyesi olan bayan Pelosi, ABD’de demokratların lideri konumunda. Yani ‘cahil’ nitelemesi pek ciddiye alınabilecek bir karşılık olmadı. 

İktidar yanlısı basınımız Pelosi’nin bu rahatsız edici sözcükleri Başkan Trump’ı eleştirmek bağlamında kullanmasını vesile sayarak Trump yanlısı tutumunu öne çıkardı.  İktidar basını Demokrat aday Joe Biden’a karşı Trump’ı destekliyor, onun kazanmasını istiyor. Bu tutum aslında çok da içtenlikli değil. Trump’a destek -denize düşen yılana sarılır misali- Biden’a karşı duyulan kaygıdan ve çaresizlikten.

Çünkü Başkan Trump da söz ve davranışlarında diplomatik nezaket kurallarına özen gösteren biri değil. Geçen yıl tam bu tarihlerde (9 Ekim 2019) Erdoğan’a yazdığı mektuptaki kabul edilemez kaba ifadeler tüm dünyanın aklında. Yine Erdoğan’ın yalnızca kendisini dinlediğini iddia eden, kendini Erdoğan üzerinde etkili bir otorite konumunda gösteren kibirli sözleri de daha geçen aya (17 Ağustos 2020) ait. Bu tutum ve sözlere hak ettiği ölçülerde yanıt verildiğini henüz kimse duymadı.

Türkiye’ye karşı bu alışılmadık ve rahatsız edici tutum ve söylem sadece ABD siyasetinin taraflarına ait olmakla sınırlı kalmıyor. Fransa Başkanı Macron’un yanısıra önceki haftalarda Avusturya’nın çok genç ve ‘çok sağcı’ başbakanı Sebastian Kurz da Erdoğan’a karşı ağır iddia ve ithamlarda bulundu. Avrupa’nın birçok ülkesinde çok sayıda siyasetçi, kanaat önderi ve basın organı  -ne yazık ki- bu tutum ve görüşleri paylaşıyor. Bizim sözcülerimiz çoğunlukla bu tür açıklamaları ‘yok hükmünde’ saydıklarını belirten karşı açıklamalar yapıyor, ama bu karşılıkların dünyada pek yansıması olmuyor.
 
Kuşkusuz bu yakışıksız ve kaba tutumun muhatabı bütünüyle Türkiye değil; bu söylemlerin  ve nezaket kurallarını hiçe sayan yaklaşımın muhatabı aslında siyasi yönetim. İktidarın son yıllarda artan hızla medeni dünyadan kopuşu, içerde hukuk kurallarını hiçe sayan, dışarıda neredeyse tüm çevresiyle gerginleşen ve yalnızlaşan duruşu, bu tür -haklı haksız- söylem  ve yaklaşımlara yol açıyor.

Ancak bu nitelemeler, neden olanlar kim olursa olsun, tüm Türkiye’yi ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak hepimizi yaralıyor, rencide ediyor, üzüyor.

Türkiye olarak biz, 21. yüzyılın başında, Cumhuriyetimizin 100. yılına doğru ilerlerken, dünyada her alanda geri gitmek yerine, ilerlemek, gelişmek, içeride barışmış, dışarıda saygınlığı artmış bir ülkenin yurttaşları olmak istiyoruz. Bunun yolu da, iktidarla muhalefetin düşmanlığa varan bir gerginlikle, sanki bir varlık yokluk mücadelesi yapmasından değil, diyalogdan, medeni ilişkilerden, çoğulculuğun, katılımcılığın ve saydamlığın erdemine inanmaktan ve bu değerleri yaşanır kılmaktan geçiyor.

İktidar bu yolu amansızca ve acımasızca tıkıyor. Siyaseti uygar bir hizmet yarışması yerine bir nefsi müdafaa anlayışı içinde sürekli karşıtlarına saldırarak, tarafları ve taraflılıkları gerginleştirerek, cepheleştirerek sürdürmeye çalışıyor. Son beş yıldır ısrar ve inatla devam edegelen tutum bu. Bu akla zararlı tutumun sonucunda gelinen yer de ortada.

2020 yılının Eylül ayı sonunda bir ABD Doları 8 TL’nin eşiğinde, Avro 9, İngiliz Sterlini 10 Tl’ye doğru koşuyor. Oysa beş yıl önce, 2015 Eylül’ünde ABD Doları 3, Avro 3.4, Sterlin 4.6 düzeyindeydi. Erdoğan’ın anayasa değişiklikleri uyarınca ‘tek yetkili olarak yürütme’ erkini üstlendiği tarihte de (30 Haziran 2018) Dolar 4.5, Avro 5.3, Sterlin 5.9 Tl kadardı.

Şimdi bütün bu rakamlar katlanmış, TL hemen bütün yabancı paralar karşısında değer kaybetmiş, bu kaybediş sürekli hale gelmiş görünüyor.  Üstelik, yabancı paralar karşısında TL’nin bu hızlı düşüşü Merkez Bankası kaynaklarının büyük ölçüde eritilmesi rağmına gerçekleşti. ülkenin geleceğinin güvencesi olan maddi birikimlerini tüketti.

Türkiye, nüfusu çok genç bir ülke. Gençlerin nitelikli eğitime ve yaşam karşısında onurla ayakta durmalarını sağlayacak işe ihtiyaçları var. Oysa eğitimin kalitesi düşük. Her ilde bir üniversite, her ilçede bir fakülte var. Ama çoğunda akademik nitelikleri yeterli öğretim üyesi, eğitici, kütüphane, sosyal donatı yok. Öğretim üyelerinin büyük çoğunluğunun, hatta rektör ve dekan düzeyinde olanların uluslararası ortamlarda yayınlanmış birer makalesi bile yok. Üniversite öğrencilerinin bir kısmı, bırakınız bir bilim dalını yeterince öğrenmeyi, imla kurallarına uygun olarak Türkçe yazmayı bile bilmiyor.

İşsizlik görülmedik ölçülerde. Eğitim istihdamın taleplerini gözetmiyor. Orta öğretimdeki yaygın dinileşme, üretim ve istihdamın gereklerinden kopuk, kapı-kulluğuna razı genç kitleler yaratıyor. DİSK- AR’ın Haziran Raporuna göre geniş tanımlı işsizlik rakamı 10 milyona yükselmiş, işsizlik oranı %28’in üzerinde. Covid-19 salgını üretimi de, istihdamı da olumsuz etkiledi. Çalışanların gelir ve yaşam koşulları iyi değil. Milyonlarca insan asgari koşullarda barınmaya, beslenmeye, yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Mutfakta ve pazarda insanların gerçek boyutlarıyla karşılaştığı arttıkça artıyor.  

Devletin meşruluk kaynağı ve toplumun barış içinde yaşamasının temeli olan hukuk, siyasi iktidarın buyruğu altında görünüyor. Kimin tutuklanacağına, kimin malının müsadere edileceğine, kimin salınacağına, kime dokunulmayacağına yargı değil, siyasi irade karar veriyor. Bu kararları bazan başka devletlerin, bazan iktidarın müttefiklerinin tutumu da etkiliyor, belirliyor, ama zinhar kişilerin haklı olup olmadığı, dosyalarının içeriği, kanıtların durumu etkileyemiyor, belirleyemiyor.

Binlerce insan özgürlüklerine kavuşmak için mahkemelerden adalet, haklarında hiçbir hukuki engel kalmamış binlerce insan işine, ekmeğine kavuşmak için devletten ve siyasetten insaf ve hakkaniyet bekliyor. Türkiye basın özgürlüğü başta, tüm özgürlük ve örgütlenme haklarında dünyanın en geri ülkeleri arasında yer alıyor. Bütün uluslararası değerlendirme raporları böyle.

Bütün bu ekonomik ve sosyal tablo bütün vahametiyle ortadayken, tam da Pelosi’nin Türkiye yönetimini Asya despotizmlerine benzettiği talihsiz günlerde, birileri çıkıp 6 yıl önce yaşanmış ve yargılaması yapılmış birtakım olayları neden göstererek, Meclis’te bulunması Türkiye demokrasisi için özel önem taşıyan bir siyasi partinin eski yeni yöneticilerini, seçilmiş belediye başkanlarını gözaltına alıyor. Meclisteki milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmaya kalkıyor. (Sanki birileri, ona cevap verenleri değil de, Pelosi’yi haklı çıkarmaya çalışıyor). 

İktidar, bütün bu elim ve vahim tablo karşısında kendilerinin ve artık galiba kendileriyle özdeşleştiğini düşündükleri devletin itibarını, hukukta, adalette, üretimde, verimde, çoğulculuk ve saydamlıkta değil de, lükste, gösterişte, ihtişamda, israfta arıyor. 
Ülkenin ortasında, doğusundaki batısında saraylar yapılıyor. En lüks araçlar, uçaklar, konvoylar, yüzlere binlere varan korumalarla bir saltanat görüntüsü içinde bir ser-hoşluktur,  yakınlar ve yandaşlarla bir han-ı yağmadır gidiyor. 

Oysa bir devletin itibarı yöneticilerinin nasıl yaşadığıyla değil, halkın nasıl yaşadığıyla ölçülüyor. İtibarın ölçütü yöneticilerin saltanatı değil, halkın hayatıdır, refah düzeyidir. Doğu despotizmlerini tümünde yöneticiler saltanat sürüyor; içlerinde dünyanın -kaynağı belirsiz- en zenginleri arasına girenler var. Ama onların saltanatı, israfı, ihtişamı ülkelerine itibar getirmedi, getirmiyor. Dünyada eleştiri, eğlence ve aşağılama konusu oluyorlar. Afrika’dan, Güney Amerika’dan ve Asya’nın her yanından bunların sayısız örneği var. 

Türkiye’yi, hepimizi rencide eden bu ağır ithamlardan uzak tutmak istiyorsak yapılacak şey, bunları söyleyenlere bizden başkasının ciddiye almayacağı cevaplar vermek değil, ülkede hukuku, adaleti geçerli kılmak, bilgiye ve emeğe değer vermek, ekmeği ve özgürlüğü çoğaltmaktır. Halkın özgürlük, esenlik, barış ve bereket içinde yaşamadığı hiçbir yönetimi hiç kimse ciddiye almaz ve saygı göstermez.

Kimsenin Türkiye’yi, bu tür eleştiri, itham ve tartışmalara maruz bırakmaya hakkı yoktur.