Ruhum Benimle Oldukça
Reklam
Kenan Güzel

Kenan Güzel

[email protected]

Ruhum Benimle Oldukça

30 Kasım 2022 - 19:42

 

Bazen kalem feryat eder, mürekkep ağlar. Kalem tutan eller bir anda tutulur, okuduğun cümleler yazmana müsaade etmez. İşte bu yazımda sizlere büyük mütefekkir merhum Nurettin Topçu’nun  17 Temmuz 1948’de kaleme aldığı ‘’ Millette İrade Sefaletleri’’ yazısından alıntılar yapmaya çalışacağım.

Topçu, ‘’ …Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez...’’ (Ra’d,11) aytinde; ‘’ Millette iradenin sefaleti demek, millet hayatının destekleri olan mukaddesatın ortadan kalkması demektir. Yabancı unsurlar, içimize nüfuz etmedikçe mukaddesatımızı çürütemiyorlar. Bunların benliğimize karışmaları ise, hem bizim olan kıymetlere karşı halkta aşağılama uyandırıp yalanlar arkasında yeni hayat sahneleri vadederek, mukaddesatımızı mahvediyorlar’’ Nurettin Topçu, daha 1948 yıllarında ivme kazanan bu tip saldırıların asıl hedefinde de bir milleti ayakta tutan dinamiklerin olduğunu vurguluyor. ‘’ Din, dil, soy, vatan ve tarih gibi milleti yaşatan unsurlardan birini değiştirip, bozar, öbürünü itham eder, vatanını küçümseyerek, tarihini inkar ederler.’’
 
Oynanan bu oyunlar sayesinde yıkılan millet iradesi, zamanla duygu ve düşüncede de matlaşmalar ve solmalar meydana getirerek, başta manevi dinamiklerimiz olmak üzere bizi biz yapan değerlerden uzaklaştık. ‘’ Durmadan candan, canandan türlü şekiller, değişik vezinler altında bahseden gençliğin bu zevkleri adeta mezhep haline gelir. Hal böyle olunca talebe hocasının masasında içer, dindar hutbesinde zevklere azık sağlar. Büyüklerin meclisleri içki sofrasına döner. Plajla tiyatro, hayatımızda mabet yerini tutar. Sonra da o sizin secdeye baş koyduğunuz mermerde, bir alay kirli ayak dans eder durur.’’
 
Gidilecek rota,  çalınacak kapı, yardım istenecek dergah unutulunca, koca kollarıyla zevk ve sefa toplumu kuçaklar. Bu şehevi zevklerle sarhoş haline getirilen toplumlar, sadece kendilerini değil, geçmişlerini de unutarak, imanı gibi hayatını da taklitlerin peşinden koşmakla geçirir. Önümüze serilen menfaat ve şehevi tezgahlar bir demokratik hak olarak  görüldüğünde ;‘’ Yalnız ecdat değil, yaşayanlar bile unutulur. Baba oğlunu, millet kahramanlarını tanımaz, ecdadın mefahiri inkar edilir. Taklitçilik, milletin varlığını tepeden tırnağa kadar kavrar’’
 
Asırlardır milletimizi yaşam dinamiklerinden uzaklaştırmaya çalışanlar, bunu belli bir plan çerçevesinde ve siyasilerin vurdumduymaz menfaatlerinin perde arkasından yapmaya çalışırlar. Millet iradesiyle, milletin canına okuyanlar, vekili olduklarını idda ettikleri toplumu adeta zevk ve sefaletin uçkuruna bağlayarak, hizmet ettiğini söylerler. Onlar kendilerini halka bir hizmet eri olarak anlatmaya çalışsalar da, daima şahsi menffatlerin, yandaşlığın, adam kayırmanın, haksızlığın ve zulmün taşeronluğunu yüklenirler.‘’ Hastahanelerde genç nesiller, ızdırapla yokluk, çaresizlik, imansızlık ve hepsinin kaynağı olan yoksulluk yüzünden can verirken, binlerce servet sahipleri gururla lüks içinde yaşar ve şişkin varlıklarıyla övünürler. fenalıkların, zulümlerin şahidi kalmaz. Halkın ızdırabı, zevk ve devlet sahiplerinin hazlarıyla devletlerinin hazinesi haline gelir. Böylelikle, memleket sahibi sayılacak zümreler arasında bu ızdırabı, bu acıyı duyacak kimseler kalmaz. ‘’ Ve böylelikle irade sefaleti, güdülme içgüdüsü zirve yapmaya başlar. Artık dini hükümler, manevi duygular gönüllerden icbari olarak hicrete zorlanır.
 
Duygusuzluğu iliklerine kadar yaşamış böyle bir topluma tekrar çile ve ızdırap aşılamaya çalışanlar, bu menfaat ve zevk düşkünü toplum tarafından büyük bir mukavemetle karşılaşırlar. ‘’ Bilhassa münevverler zümresinde cesaretsizlik, hareketsizklik artar. Hepsi ilim adamı olduklarını söyleyerek mesuliyetlerden sıyrılmak ister ve sizin hareketlerinizi gözlere bayağı göstermek için belağat ve mantığın türlü oyunlarını kullanırlar. Duygusuzluğun iliklerine kadar sinmiş olduğu böyle bir cemaatın ruhuna isyan aşılamaya çalışırsınız. Fitne çıkarıyor, bizim nizamımızı bozuyor, diyerek, takip ederler, zulmün pençesne teslim ederler. Böyle bir yerde herkes, her ölü ve iskelet ruh, zalim kesilir.’’
 
Evet, değişik oyunlarla zevk ve menfaat düşkünü bir hale getirilen toplumlar, iflahı zor görünen bir hastalığın pençesinde kıvranır durur. Hastalığının sebebini öğrenince de, tedavisini yapma yerine, değişik morfinlerle kendini uyuşturmanın sefasını sürmeye çalışırlar. ‘’ Yanlız menfaat ve saadet kıymetleri etrafında yaşayan cemiyet, ancak kuvvet ve her ferdinin istikbal endişelerine dayanan millet işte bu hale gelir. Mektepte iktidarsızlık, mabette riyakarlık, devlette mesuliyetsizlik ve aile itimatsızlık felaketleri birleşerek hayatı tahammül edilmez hale koyarlar. Hakikatte hepsinin sebebi, kalbimizdeki imansızlıktır. Hepimizi gerçek iradesine ulaştırıcı bu iman yolu bir kere elden gitti mi, istenildiği kadar meydanlarda ateşli nutuklar verilsin, salonlarda kalabalıklar toplansın, hiç birinde kararan hayatımıza neşve bulunmaz. Hayatımız , duygusuzların asla farkına olmayacakları, devasız bir yeis içindeki bunaltmalarıyla bizi aşağı canlıların hizasına yaklaştırır. İçi boş güzel sözler, parlak şekiller, süslü kıyafetler itibar kazanırlar.’
 
Evet, işte dokuz asır kıtalarda at koşturan bu necip millet, bugün kendine ait ne varsa hepsini bir kenara iterek, batının bal görünümlü zehirli iksirinden şifa bulma peşinde. Ama buna rağmen, ümidimizi yitirmedik ve yitirmeyeceğiz. Yeter ki, birileri hastalığın çaresini ve boyunduruğun yere düştüğü hasarlı yeri görüp, onu omuzlamaya çalışanları gördükçe, gelecekten ümitvar olabiliriz. ‘Ölünün diriden, dirinin ölüden’ çıkması gibi bu bitmiş bünyeden ebedi kuvvet kaynakları olan ruhların fışkırması istenir. Dünyada Gandi’ler, Namik Kemal’ler, Mehmet Akif’ler, Hüseyin Avni’ler beklenir. Bunları beklemesini bilen ruhtaki azamete de hayran olmak lazımdır.’’
 
İşte o zaman, her fırsatta kendi ruhuna, mukaddesatına, milletine ihaneti, iftirayı ve zulmü reva görenler, asla bu karanlıklar içerisinden doğacak imani ve islami parıltılara sessiz kalamayacak ve onların geçebileceği yolllar üzerine tuzaklar kurmaktan vazgeçmeyeceklerdir. İşte karanlığın en kuyulaştığı zamanı şafak bilenler; ‘’ İşte o zaman azamet, karanlıklar içinde doğacak imanın başlangıcıdır. Namütenahiliği karşılamaya hazırlık hissini veren bu muazzam  bekleyişin ifadesini, onlara pek yakın olan birinden, Süleyman Nazif’in lisanından dinleyelim.
 
Ruhum benimle oldukça bu imanla beraber, Üçyüz sene, dörtyüz sene, beşyüzsene bekler!’’
 
 

Bu yazı 432 defa okunmuştur .