TARLASI KARADENİZ OLAN MEKTEP "BEŞİKDÜZÜ KÖY...
Reklam
Reklam
Naim Güney

Naim Güney

Tarih Köşesi

TARLASI KARADENİZ OLAN MEKTEP "BEŞİKDÜZÜ KÖY ENSTİTÜSÜ"

01 Kasım 2020 - 21:43


2015 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 99. Sayısında İstanbul Robert Kolejde Tarih Öğretmeni olan Perşembe’li Önder Kaya Hocamın kaleme aldığı ve fotoğrafladığı “Beşikdüzü Köy Enstitüsü” başlıklı yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum…Bu yazıyı ayrıca Beşikdüzü Köy Enstitüsünün ilk talebelerinden olan Öğretmen rahmetli Mehmet Aksoy’un oğlu Sevgili Taner Aksoy’a ithaf etmek istiyorum. Önder Kaya Hoca yazısında Beşikdüzü Köy Enstitüsünün dramatik hikayesini şöyle anlatıyor:
“… Her sene yaz tatilimi geçirmek için memleketim olan Ordu ile eşimin memleketi olan Trabzon arasında gider gelirim. Zaman zaman da eşimin köklerinin bulunduğu Tonya’ya yolumuzu düşürdüğümüz olur. Yine bir Trabzon-Tonya arası seyahat sırasında Beşikdüzü’nden geçerken Beşikdüzü Anadolu Öğretmen Lisesi’nin tabelasını görmesem ve bu binanın Beşikdüzü Köy Enstitüsü ile alakasını kurmasam elinizdeki yazı ortaya çıkmayacaktı.
Beşikdüzü, İstanbul istikametinden Trabzon’a giderken karşınıza çıkan önemli yerleşimlerden biridir. Bununla beraber ilçenin kuruluş tarihi 1987’dir. Bu tarihten evvel ise Beşikdüzü, daha ziyade burada hayat bulan ve ilçenin adıyla anılan köy enstitüsü vesilesiyle tanınıyordu. Beşikdüzü’nün kuruluş hikayesi Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun’un Trabzon’da tesis ettiği vakıflarına gelir getirmesi amacıyla kurduğu vakfiyesine kadar uzanır. 16. yüzyılda bu bölgede söz konusu vakıf topraklarının korunması için bir kale tesis edildiği biliniyor. Bölge kaynaklarda “Şarlı” adıyla geçer. İsmin kökeni konusunda farklı görüşler olsa da, muhtemelen Beşikdüzü’nde denize dökülen ırmaktan ilham ile bu adı aldığı söylenir.ünümüzde Beşikdüzü’nün batısında Eynesil, doğusunda Vakfıkebir, güneyinde Tonya ile Şalpazarı ve kuzeyinde de Karadeniz uzanır. Tarihsel süreçte ilçe zaman zaman Görele ve bazen de Vakfıkebir sınırları içinde yer almıştır. “Şarlı” olan ismi, 1936’da Beşikdüzü olarak değiştirilmiştir.
Osmanlı zamanında yerel ayanlar tarafından yönetilen bölge, Cumhuriyet döneminde ekonomik sıkıntıların baş gösterdiği bir belde olarak bilinir. Bunun neticesinde dışarıya çok göç veren Beşikdüzü, bilhassa erkeklerini Zonguldak’ta kömür madenlerinde çalışmaya gönderecektir. Yörede kalanlar ise ilkel imkanlarla balıkçılık, fındık tarımı ve hayvancılıkla uğraşmak durumunda kalırlar. Köy Enstitüleri tesis edildiğinde Beşikdüzü’nü ön plana çıkaran biraz da bu yanıdır. 1939 yılına gelindiğinde bölgede bir Eğitmen Kurs Merkezi açılır. 17 Nisan 1940’da Köy Enstitüleri ile ilgili kanun çıktığında Beşikdüzü’nde zaten bu enstitüye temel vazifesi görecek bir merkez bulunuyordu. Nitekim bu durumun da etkisiyle ilk açılan 14 enstitü içinde Beşikdüzü de yer alır.
Köy Enstitülerinin açılacağı yerler belirlenirken Doğu Karadeniz için ismi geçen birkaç ilçe bulunuyordu. Esasen en kuvvetli aday Giresun’un Görele ilçesi idi. Zira Görele, aynı zamanda projenin mimarı olan Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in memleketi idi. Okulun kurulması için bölgeye giden heyet evvela Göreleliler nezdinde temaslarda bulunur. Ancak yöre halkı okul için ayrılması planlanan araziyi tarım alanı olduğu gerekçesi ile vermek istemeyince, heyet bu sefer Trabzon’a yönelir. Trabzon’un bu dönemdeki valisi, daha sonraki yıllarda Türk siyasi yaşamında önemli roller oynayacak olan Refik Koraltan’dır. Enstitü için devreye ilk önce Sürmene girer. Ancak okulun yerini belirleyecek heyet içinde yer alan bazı üyelerin Sürmene’ye sıcak bakmaması üzerinde heyet Beşikdüzü’ne yönelir. Beşikdüzü, hem Trabzon’un hem de Giresun’un yakınında bir konuma sahiptir. Ayrıca arka taraflardaki Tonya, Şalpazarı gibi yerlerden de öğrenci celp edebilme imkanına sahipti.
Esasen bu süreçte Beşikdüzü’nün de ciddi eksileri vardı. Her şeyden önce enstitü için düşünülen arazi bataklık olup, buranın kurutulması gerekiyordu. Hatta heyet Beşikdüzü’ne geldiğinde gece yatmaya çekildiği zaman Beşikdüzü’nün gençlerinin sabaha kadar civardaki bataklık alanlarda aşırı gürültü çıkaran kurbağaları taşlayarak kaçırdıkları anlatılır. Bunun dışında arazinin bir kısmı hazineye ait olup bir kısmı da yerli halkın malı durumundaydı ve bazı kişiler arazilerini satmaya yanaşmıyorlardı. Yaşanan tüm sorunlar gerek heyette bulunan Raif Karadeniz ve gerekse de Trabzon valisi Refik Koraltan’ın girişimleri ile hallolunur. Enstitünün ilk yerleşim yeri yeni ilkokul binası ile tarihi bir yapı olan Hükümet konağıdır. Nitekim Enstitü genişledikten ve kendi binalarını yaptıktan sonra hükumet binası bucak müdürlüğüne iade olunacak, ilkokul ise yemekhane olarak kullanılacaktır. Enstitü, “Çamlıkdüzü” adı verilen ve denize yakın bir mevkide kurulur.
ENSTİTÜNÜN MİMARI HÜRREM HOCA 
Enstitünün açılmasına karar verildikten sonra da buranın başına Denizli Milli Eğitim müdürü olan Hürrem Arman getirilir. Enstitülerin fikir babası konumundaki İsmail Tonguç, Arman’ı buraya tayin ederken özellikle balıkçılık konusuna eğilmesi gerektiğini şu sözlerle dile getirir: “Senin tarlan Karadeniz olacak. Büyük çapta balıkçılık yapacaksın. Diğer köy enstitülerinin de balık ihtiyacını sen karşılayacaksın. Belki ilerde balık tozu, balık gübresi ve balık konservesi fabrikaları da kuracaksınız.”
Hürrem Arman okulun yer aldığı ilçeye geldiğinde hiç de parlak bir manzara ile karşılaşmaz. Her şeyden önce iş yapabilir durumdaki nüfusun önemli bir kısmı Zonguldak madenlerine çalışmaya gitmiştir. Geride kalanlar arasında da sıtma, verem gibi salgın hastalıklar son derece yaygındır. Bazı kişilerin de kollarından birinin ya da her ikisinin birden kopuk olduğunu görülür. Hürrem Arman, bu durumun sebebini araştırdığında bunun dinamitle balık avlanmanın bir neticesi olduğunu öğrenecektir. Arman’ı bekleyen en önemli zorluk ise bölge halkını ve koşulları hiç tanımaması idi. Hele balıkçılık hakkında hiçbir şey bilmiyordu. İşte tam da bu noktada Arman’ın başarılı olmasına sebebiyet verecek karakteri devreye girer. Hürrem hoca bir şeyler öğretecek amir olarak atandığı bu beldede bilmediği konuların öğrencisi olmayı kabullenmiş ve yöre halkını onore ederek onlardan her türlü desteği almayı becermiştir.
Hürrem Arman hayatının sonuna kadar idealist kimliğini devam ettiren bir eğitimci olarak bilinir. İlerleyen yıllarda Ankara’da Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde de başarı ile görev yapar. Hasan Âli Yücel’in görevden alınması ve yerine Reşat Şemsettin Sirer’in getirilmesi ile birlikte Balgat ortaokuluna öğretmen olarak tayini çıkarılır. Yaşadığı süre içinde eğitimcilikten ve eğitimin sorunlarından uzak kalamayan Arman, emekli olduktan sonra anılarını Piramidin Tabanı adlı eserinde toplayacaktır. Bu çalışmada Beşikdüzü Köy Enstitüsünden de detaylı bir şekilde bahseder.
Enstitünün kuruluş aşamasında trajikomik bir takım zorlukların da yaşandığı bilinir. Mesela Enstitü binalarının yapımı için Ankara’dan gelen mühendisler, planlama için bazı ağaçların tepesine çıktıklarında, yerli halk bu kişileri röntgenci ya da casus zannetmiş ve bir dizi istenmeyen olay yaşanmıştı. Bununla beraber okulun yapımında gerek idarecilerin ve gerekse de yöre halkının tüm imkanlarını seferber ettikleri biliniyor. İnşaatlarda kullanılacak taşlar Vandallı’dan, kum ve çakıl Akhisar deresinden, kiremitler de Ambarlı köyünde açılan kiremit ocağından temin edilmiştir.Gerekli hazırlıkların tamamlanmasından sonra Enstitü 25 öğrenci ile birlikte 8 Temmuz 1940 tarihinde eğitim öğretime başlar. Bu 25 öğrenciden sadece ikisi kız idi. Zamanla kız öğrenci sayısı artacaktır. Okulun öğretmenleri zaman zaman Gümüşhane, Ordu, Giresun, Rize gibi komşu illere uzanarak buradaki aileleri çocuklarını yatılı olarak Beşikdüzü’ne gönderme konusunda ikna etmeye çalışacaklardır. 
Bunun neticesinde kısa sürede okuldaki kız öğrenci sayısı artar. Hatta Gümüşhane ilinin ilk kadın öğretmenleri buradan mezun olacaklardır. İlk verilen dersler tarih, coğrafya, matematik, ziraat ve balıkçılık dersleri idi. Okula ilk kabul edilen öğrencilerden Osman Cemil Erkut, ilk günlerdeki izlenimlerini şu ifadelerle dile getirir: “Beni hamama koydular. Saçlarımı kestiler, çamaşırlarımı değiştirerek yeni kıyafetlerimi verdiler. Askerde Nizamiye kapısından teslim olmuş erler gibi ilk kıyafetimiz boz renkliydi. Golf pantolon üste, mont, kemer, ceket başımıza kasket verdiler. Kızlar için iş elbiseleri yaptırıldı. Ayrıca iş için çalışma takımları dikilirdi.”
ENSTİTÜDE OKUTULAN DERSLER 
Okul bünyesinde müzik, spor ve atölye derslerinin son derece ciddiye alındığı biliniyor. Müzikal anlamda yörede yaygın olan kemençe dışında piyano, keman, akordeon, mandolin gibi enstrumanlar da öğretiliyordu. Yine okulda 1944 yılına gelindiğinde 16 kişilik bir orkestra ve 40 kişiden oluşan bir koro bulunuyordu. Sportif anlamda okulun turuncu-mavi renklere sahip son derece dişli bir futbol takımı vardı. Voleybol, atletizm, basketbol, güreş ve yüzme de eğitimi verilen diğer spor dalları idi.Balıkçılık okulun amiral gemisiydi. Bölgedeki yerel balıkçılardan zaman zaman eğitimci olarak istifade ediliyordu. Kiralanan ya da satın alınan bazı gemilerle öğrenciler balığa çıkıyor ve bu suretle pratik yapma imkanı yakalıyorlardı. 1944 yılına gelindiğinde ise Enstitü kendi işliklerinde 11 tonluk bir deniz motoru yapmayı başardı. Bu motora enstitü fikrinin mimarı olan “Tonguç”un adı verildi. Yeri gelmişken hemen belirteyim ki Sapanca kıyısında kurulan Arifiye Köy Enstitüsü de balıkçılık konusunda uzmanlaşma yolunu seçmişti. Bununla birlikte Beşikdüzü’ndeki okulun işi çok daha zordu. Bir defa yöre halkı belki de Türkiye’nin balıkçılıktan en iyi anlayan topluluğunun bir parçasıydı, onlarla rekabet etmek ya da onların var olduğu pazarda var olabilmek gerçekten zordu. Dahası Beşikdüzülüler Sapanca gibi görece sakin bir su yatağı ile değil, Karadeniz ile boğuşmak zorunda idiler. 
Ancak Enstitü bu dezavantajı akıllıca aşmayı bildi. Konserve endüstrisinin temellerini atarak pazar alanını geliştirdi. 1945 yılına gelindiğinde Enstitü, iki balıkçı ve bir nakliye motoru, on sekiz kayık, iki hamsi ığrıbı, bir palamut gırgırı, otuz kalkan ağı ile Karadeniz’in en güçlü balık işletmesi konumundaydı. Hopa’dan Samsun’a kadar olan alanda avlanan Enstitü öğrencileri, 1943 yılına gelindiğinde 45 ton balık avlamışlardı. Fotoğrafçılık, Kunduracılık, demircilik ve marangozluk da diğer atölye dersleri durumundaydı. Kızlar ise daha ziyade biçki dikiş atölyelerine yönlendiriliyorlardı. Değişik yorgan ağızları, yastık kılıfları, mendiller, havlu uçları, masa örtüleri örmeyi öğreniyorlardı. Örgü işlerindeki boya da yine öğrenciler tarafından okuldaki ağaç kabukları ya da yapraklardan elde edilen kök boya vasıtasıyla temin ediliyordu.
Gelgelim üretim faaliyetleri, yöre halkının en azından bir kısmı üzerinde pek de olumlu bir etki bırakmayacaktır. Zira halk, en azından ilk başlarda enstitüleri fabrika tarzı bir teşekkül sanmış, lakin bunların kendi kendine yeterlilik ilkesini benimsemesinden ve hatta ürettiklerinin bir kısmını da son derece ucuz bir fiyata piyasaya vermesinden rahatsızlık duyar olmuştur. Özellikle Vakfıkebir bölgesinin tüccar çiftçileri bu sebepten dolayı önceden enstitüye verdikleri bir takım bağış vaatlerinden vazgeçmişlerdir.
Hürrem Arman anılarında yaşananları şu satırlarla anlatır: “Enstitüde kurulan kooperatif esnafın hiç işine gelmemiş, kunduracılık atölyesi kunduracıları küstürmüş, kantinimiz kahvecileri gücendirmiş, berber salonumuz berberlerin hesabını altüst etmişti.”Okulda özellikle klasiklerin okunmasına büyük önem verildiği, akşam saat 17- 18 arasının okumaya ayrıldığı biliniyor. Gelgelelim okuryazarlığın nerede ise hiç olduğu bölgelerden gelen bu çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak sanıldığı kadar kolay olmuyordu. Herşeye rağmen bu alanda nitelikli işlere imza atıldı. Okulda “Çamlık” adıyla ilk duvar gazetesi çıkarıldı. Gazete adını, okulun kurulduğu mevkiden alıyordu.Bu gazeteyi ilerleyen yıllarda “Beşikdağ” ve “İlk Adım” gibi dergiler de takip edecektir.
HASAN ALİ YÜCEL, İSMAİL TONGUÇ VE BEKLENEN SON 
Yazık ki Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün sonu da diğer enstitülerle aynı olacaktır. Hemen belirtmekte fayda var ki enstitülerin kapanmasını dünya konjüktüründen ayrı düşünmek çok akıl kârı bir iş değildir. Bilindiği üzere 2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, özellikle Sovyetler’in gerek Boğazlar ve gerekse de Kars ile Ardahan üzerinde bir takım istekler öne sürmesinin de etkisiyle Amerika’ya ve liberal dünyaya yanaşmıştır. Bu bağlamda köy enstitüleri işleyiş itibariyle daha ziyade Sovyet sistemine uygun bir model olarak görülmüştür. Bu bakış açısı enstitülerin sonunu hazırlar. Dahası enstitüde özgüvenli bir şekilde yetişen öğrenciler, sonrasında evlerine döndüklerinde ya da mezun olup eğitmenliğe başladıklarında bulundukları bölgedeki idari amir ya da yerel eşraf ile sık sık karşı karşıya gelir oldular. 
Mevcut düzene itaatkar nesiller arzulayan dönemin hükümeti, doğru bildiği değerlerin arkasında duran ve bunun için yetkililerle dahi çatışmaktan kaçınmayan bu öğrencilerin ideal eğitmenler olup olmadığını sorgular hale geldiler.1946’ya gelindiğinde Hasan Âli Yücel ve İsmail Tonguç görevden alındılar. Bir yıl sonra Enstitünün program ve yönetmelikleri değiştirilir. Öğrencilerin yaşayarak öğrenmesinin önünü kesen uygulamalara başvurulur. Artık öğretmen derslerde çok daha aktiftir. Tabiat ve Biyoloji dersleri tabii ortamda değil, laboratuvarlarda yapılmaktadır. Kütüphaneler de zararlı olarak kabul edilen yayınlardan arındırılır ki kolaylıkla tahmin olunacağı üzere bu yayınların büyük kısmını sol neşriyat teşkil ediyordu. 
Hatta 1946 yılına gelindiğinde Beşikdüzü’nde öğrenim gören Recep Karadeniz, kütüphaneden yakılmak üzere ayrılan bazı yayınları çalarak evine getirir. Ancak sonrasında bu durum anlaşılınca kitaplar alınarak yakılmak suretiyle imha edilir. Hasılı Köy Enstitüleri daha CHP iktidarının devam ettiği yıllarda çok ağır darbeler yer. 1950’lerden sonra Beşikdüzü’ndeki kız ve erkek öğrenciler ayrılır. Bunda muhtemelen enstitülerde ahlak dışı bazı faaliyetlerin zuhur ettiği şeklinde çıkarılan dedikoduların önemli bir rolü olmalıdır. Kızlar İzmir’deki Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne gönderildiler. 
1952-53 yılında Kızılçullu Köy Enstitüsü kapatılınca bu sefer erkekler diğer köy enstitülerine dağıtılırken kızlar Beşikdüzü’ne taşınır. 1954’de ise okulun adı “Beşikdüzü Kız İlköğretmen Okulu” olur. Zaten aynı tarihlerde Köy Enstitüleri resmen kapatılarak İlköğretmen Okulları ile birleştirilecektir. İnişli çıkışlı bir ömür hikayesinin sonunda enstitüden yaklaşık 250’si kız 1000 civarında öğrenci mezun olur. Bugüne yadigar ise okulun kurulduğu mevkii ve bazı işlikler kalır…” 
Not: 2015 yılının Mayıs ayında Gezgin dergisinin 99. sayısında yayınlanan bu güzel yazı için Önder Kaya Hocaya teşekkür ederim. 
 

Bu yazı 3702 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum