Mahmut Kılıç, #Ordu'nun #Ulubey Nahiyesi, '#Kumrulu
Köyü, Fazlı Kadı oğullarından Arif Oğlu, 1312
doğumludur...
Seferberliğin ilanıyla askere alınmış, Niksar ve
Ohtop'ta üç ay talim yaptıktan sonra Erzurum'a,
oradan da Sarıkamış'a sevk olunmuştur.
Ordulu Mahmut, 10. Kolordu, 32. Fırka’nın 93.
Alayinin birinci taburu, üçüncü bölüğündendir.
Bölük kumandanı mülâzım-i evvel Rizeli Faik Bey,
Alay kumandanı, Feruz Bey, Tümen kumandanı,
Asim Baba, dedikleri zattır...
1914 yılında başlayan Birinci Dünya Harbinde,
ordularımız şu dört cephede yayılmışlardı:
Boğazlarda, Kafkaslarda, Filistin ve Suriye'de, Irak
ve İran'da Rus orduları harbin ilanıyla birlikte Doğu'dan
topraklarımıza girmişler ve Sarıkamış'ı geçerek
Köprüköyü mevkiine kadar yaklaşmışlardır. Fakat
1914 yılında başlayan Köprüköy muharebeleri,
düşmanın üstün kuvvetlerine rağmen galibiyetle
sona ermiştir. Azap kasabasına kadar gelen Ruslar,
burada da mağlup olunca bozguna uğramış, geri
çekilmeye başlamışlardı.
Fakat gerek Köprüköyü ve gerekse Sarıkamış
muharebeleri, birliklerimizi büyük kayıplara uğrattığı
için, düşman kuvvetleri takip edilemedi. Ve üçüncü
Ordu Komutanı Hasan Paşa geri çekilme emri
verdi.
1914 Kasım ayının üçüncü haftası içinde bu
hadiseler olurken, Başkumandan vekili Enver Paşa,
kaçırılan fırsatı telafi etmek üzere İstanbul'dan
hareket ederek, Erzurum'a doğru yola koyuldu.
3.Ordunun kumandasını Enver Paşa ele almıştır.
Ordu, 9, 10 ve 11. Kolordulardan ibarettir. 9.
Kolordu karargâhında Enver Paşa vardır. 10.
Kolordu Hafız Hakkı Paşa'nın emrindedir. İhsan
Paşa, 9.Kolordu Kumandanıdır.
Askerler daha tek kurşun atmadan Allahu Ekber
Dağı'nın korkunç soğuğundaşapır şapır yere
düşmekte, donan ayaklarını sürüyerek
arkadaşlarına yetişmeye gayret eden nice
babayiğitler, birkaç adım sonra bir daha kalkmamak
üzere buzların üzerinde višilin kalmaktadırlar
Zayiat korkunçtur. 10. Kolordunun 40 bin mevcudu,
her adımda yüzlerce şehit vererek Allahu Ekber
Dağının öte yüzüne 3000 kişiyle kavuşabildi.
Hafız Hakkı Paşa'nın kuşatma çemberini çok geniş
tutması ve daha emniyetli olabileceği düşüncesiyle
kuzeye kayarak Allahu Ekber Dağları'na düşmesi,
bir kolordumuzun hedefine varmadan yok
olmasına sebep olmuştur.
Sarıkamış muharebelerinde bulunan ve o günleri
yaşayan pek çok gaziden dinlemiştim. Allahu Ekber
Dağlarından geçerken kar yığınları altında, birkaç
saat önce şehit olan arkadaşlarının cansız
bedenleriyle karşılaşan asker, az sonra kendisinin
de aynı akıbete uğrayacağını hissetmesine rağmen
neşesini kaybetmez, türkü çağırmaya devam
edermiş. Kar yığınları o kadar yüksekmiş ki,
tüfeğine süngü takan askerler, tüfeklerini
kaldırdıkları halde yine de görünmezlermiş.
Allahu Ekber Dağları'nın geceleri çok korkunçtur.
Rüzgâr, inler gibi esmekte, dağın ötesinde,
berisinde yeni yeni kabartılar meydana gelmektedir.
Tipi, dağın şeklini bile değiştiriyor burada. Şafakla
beraber yola çıkan birlikler, her kuytuda bir bölük,
her çukurda bir takımı şehit bırakarak sarp dağlar
üzerinde yürüyüşe devam ediyorlar. Nihayet, 10.
Kolordu allahu Ekber Dağlarından kurtularak
Sarıkamış Ovası'na inmeye muvaffak olabilmiştir.
Ve geride 37000 kişinin tepeler halinde cansız
bedenleri kalmıştır...
Bu müddet içinde 9. Kolordu da soğuktan erimiştir.
Bu Kolordu hem çarpışmış, hem de 10. Kolordu gibi
arkasında donan askerlerden bir şerit yaparak,
2000 mevcudu ile Sarıkamış istasyonuna gelmeye
muvaffak olabilmiştir.
29 Aralık, 1914'de 10. Kolordu'nun bir kısım
birlikleri Sarıkamış'a girmişlerdir. Ancak açlık ve
hastalıktan bitap düşmüş bu kıtalar, aynı günşehir
içinde Ruslara esir düşmüşlerdir.
89. Alay, Sarıkamış'tan doğuya doğru ilerleyerek
Kars'tan gelecek Rus kuvvetlerini önlemek için
mevzi almışlardır.
Soğuktan kurtulan ve mevcutları birkaç bini bulan
diğer birlikler ise 30 Aralık'ta hücuma kalkarak
karşılarındaki üstün kuvvetleri geri püskürtmeye
başlamışlardır. Bu bir destandır. Fakat iki gün kadar
devam eden üstünlüğümüz, 1915 yılına girdiği ilk
gün, Rusların Kars'tan celbettikleri büyük kuvvetler
karşısında daha fazla devam edememişlerdir. 9. Ve
10. Kolordularımızın 1450 mevcuduna karşı 40
tabur piyade, 22 süvari bölüğü ile karşı koyan Ruslar kısa sürede üstünlüğü ele almışlardır. Bu
kuvvetlerin gelmesi, Sarıkamış'ı da ikiye bölmüştür.
Şöyle ki: 11.Kolordu, Batıda Rus kuvvetlerinin bir
kısmını mevzilerinde oyalar. Onların Sarıkamış'a
yardım etmelerine engel olurken, 9. Ve 10.
Kolordularımız, Sarıkamış'ın gerilerine sarkmıştır.
Bu arada Sarıkamış'ın kuzeyinde bulunan Bardız
kasabasında 10. Kolordunun 32. Fırkası mevzi
almış, doğudaki birliklerin Erzurum'la olan
irtibatlarını muhafaza etmeye çalışmıştır. 9.
Kolordu Sarıkamış'ın kuzeyinde, Bardız'ın
doğusunda; 10. Kolordu ise Sarıkamış'ın
doğusundadır. Sarıkamış'taki Rus birlikleri,
taarruzdan evvel cepheleri batıya dönük iken, iki
Kolordumuzun da gerilere doğru
sarkmasısebebiyle, mevzilerini kuzey kuzeydoğuya
çevirmişlerdir. Batı cihetinden emindirler. Çünkü
arkalarındaki yine kendi birlikleri, 112. Kolordu ile
çarpışan orduları vardır.
İşte, 30-31 Aralık, 1914 tarihlerinde Sarıkamış
cephesi bu halde idi. Mevziler sık sık el değiştiriyor,
bir avuç kahramanımız, süngü kuvvetiyle
karşılarındaki kalabalık düşman ordusunu
bulunduğu mevziilerden söküp atıyordu.
Fakat 1915 yılının ilk günü, Doğudan gelen yardımcı
kuvvetler, 9. Ve 10. Kolordularımız, toplam 1650'yi
bulan kuvvetini Sarıkamışla Bardiz arasında
çevirmeye çalışıyorlar fakat 3 Ocak, 1915 tarihinde
yapılan taarruzlar netice vermedi. Ertesi gün, 40
taburluk kuvvetleriyle yeniden hücuma geçtiler.
Artık mücadele orantısız bir duruma girmiştir. 4
Ocak 1915'de Enver Paşa birliklerin geri
çekilmesini bildirmiştir. Bu çekilmeyi örtmek için
de batıdaki 11. Kolordu bir tümenle hücuma kalktı
ve bunda muvaffak oldu.
Bu sayede iki kolordunun sağ kalan efradı
Sarıkamış'tan kuzeybatıistikametinde, Bardız
üzerinden çekilmeye başladılar.
Sarıkamış muharebelerinin devam ettiği 25 Aralık,
1914-6 Ocak 1915 tarihleri arasındaki 12 gün içinde
3. Ordumuzdan tahminen 60 bin kişi şehit olmuş,
40 kişi yaralı ve hasta olarak cepheden alınmış, 10
kişi de kurtulmuştu...
Rusların şiddetli hücumları karşısında
bulunduğumuz mevzilerden sık sık terk ediyor,
sonra tekrar Rusları geri püskürterek mevzileri işgal
ediyorduk.
Bir gün, öğleden sonra idi, yüzbaşımız Faik Bey,
ateşi kesmemizi emretti. Yüzbaşının dediğine göre,
etrafımız çevrilmişti. Teslim olmalıydık. Fakat 307'li
çavuşlardan Göreleli Reşit ve Bafralı Salih Çavuş'lar: Biz, teslim olmıyacağız. Rusyaya esir
gitmektense, burada şehit oluruz. Esirlikte
Ermenilerin zulmüne boyun eğmektense, mertçe
ölmeyi tercih ederiz, dediler. Yüzbaşı, bu iki
çavuşun sözleri üzerine: Ben size teslim olalım
demiyorum, fakat kurtuluş ümidi kalmadığını
söylüyorum, dedi.
Askerlerden bir kısmı da çavuşlara ilhak edince,
yan tarafımızda bulunan bir boğaza doğru harekete
geçtik. Şiddetli ateş altında bu daracık boğazdan
güç bela kurtulduk, fakat geride 40'dan Fazla şehit
bırakmıştık.
Boğazdan ayrıldıktan sonra perakende olarak
Erzurum istikametinde ilerlemeye başladık. Tam
dört gün, dört gecede Erzurum'a gelmeye muvaffak
olmuştuk. Yolda, açlıktan çok sıkıntı çekmiş,
bulduğumuz bir at leşinden kopardığımız parçalarla
biraz olsun açlığımızı gidermiştik. Ne sıkıntılı
günlerdi...
Erzurum'da noktaya teslim olduktan sonra, ertesi
sabah, hasta haberi vererek doktora çıktık. Fakat
karşısına geçtiğimiz doktor, bizleri elindeki sopayla
haşlamaya başlayınca hepimizde şafak attı.
O sırada yanımıza bir albay geldi. Doktora çıkıştı.
Doktor, bizi kaçaktır, diye iddia ediyordu. Cephe doktorundan sevk kâğıdımız olmadığınısöylüyordu.
Albay, bu laf üzerine, alaylarımızın eridiğini,
bazılarımızın esir gittiğini, bizim perakende olarak
kurtulabilen askerler olduğumuzu doktora söyledi
ve: “Askere fena söz söyleyemezsiniz, bunların
hasta olduğunu ben bile görebiliyorum, sen nasıl
sağlamdır, dersin” diyerek doktorun üzerine
yürüdü...
Bunun üzerine bizi, Erzurum hastanesine yatırdılar.
Hastane tıklım tıklım, hasta ve yaralı ile dolu idi.
Ortalık, ana-baba günü gibiydi adeta...
Hastanede yattığımız bir hafta içinde, düşman
birliklerinin Hasankale yakınlarına kadar geldikleri
duyuldu. O zaman, yürüyebilecek durumda olan
hastalarla yaralıları taburcu edip, Erzincan'a doğru
yola çıkardılar. Elbette, bende bu kafilenin
arasındaydım...
Günlerce yol yürüdükten sonra nihayet Erzincan'a
gelmiş, Kilise meydanıdenen yerde konaklamıştık.
Bu meydanda bizim gibi yaralı ve hasta yüzlerce
asker daha vardı. 5-10 gün kadar bu meydanda
yatıp kalktık. Karavana, tayin diye bir şey yoktu.
Erzurum'dan ayrılırken bize verdikleri tayinle idare
etmiş,parası olan çarşıdan öteberi alarak karnını
doyurmuştu. Benim meteliğim yoktu. Hiç
unutamam ve her hatırlayışta azap duyarım.
Erzincan'da şöyle bir hadise başımdan geçti.
Bir sabah, Erzincan çarşısında geziyordum. Pazar
kurulmuş, kalabalık halk çarşıyı doldurmuştu. Bir
kenarda çarık satılıyordu. Çarıkçının yanına
yaklaştım, param olmadığı halde, şöyle kendime bir
çift çarık alacakmışım gibi kesilmişçarıkları
yoklamaya başladım. Çarıkçı başka müşterilerle
meşgulken, oradan bir tek çarık çaldım. Elbisemin
altına sokup hemen oradan uzaklaştım. Bu
davranışımdan dolayı bugün bile utanç duyarım.
Ancak ben, bu tek çarığı giymek için değil, yemek
için çalmıştım. Utancım bundandır...
Çaldığım çarığı güzelce kazıyıp temizledim.
Islattıktan sonra ufak ufak parçalara ayırdım,
ekmek torbasına doldurdum. Kestiğim parçaları
ağzımda çiğniyor, böylece, sözde açlığımı
gideriyordum. Arkadaşlarımdan bazıları ağzımda
sık sık bir şeyler çiğnediğimi görünce ne olduğunu
soruyorlardı, sakız çiğnediğimi söylüyordum.
Hakikati söylemeye utanıyordum.
Erzincan'da kaldığım günlerde böylece çarıkla idare
ederken, bir sabah, bulunduğumuz meydana bir
başçavuş geldi. Hepimiz halka yaptı, yüksek
sesle:içinizde İstanbul'a gidecek gönüllü var mı,
varsa ortaya çıksın, dedi. Aramızda: Bu adam bizimle alay ediyor. İstanbul'a gönderilecek adam, bula bula bu hasta kafilesiarasından mı çıkar? Madem başçavuş bizimle dalga geçiyor, biz de onunla dalga geçelim, diyerek, ben dâhil altı arkadaş gülerek ortaya çıktık.
Başçavuş bizi ciddi süzdükten sonra: “Tamam,”
dedi. “Zaten ben de daha fazla kişi istemiyordum.
Künyelerinizi söyleyin, bakalım" dedi.
Vay anasını, dedim kendi kendime. Biz onunla alay
edelim, derken iş hakikatmişmeğer. Ne yapmalı
şimdi. Künyemi yazdırdım, ama içimden bu işin
ciddi olmadığına inanıyordum.
Başçavuş, künyelerimizi aldı gitti. Ertesi sabah
tekrar geldi, bizi isimlerimizle çağırdı, arkasına
taktı. Doğruca Erzincan hastanesine vardık.
Sertabip, (Başhekim) bizi teker teker muayene
ettikten sonra başçavuşa döndü:
"Başçavuş, bu erleri on gün iyice baktır, üstlerini
temizlet, yeni elbiseler ver. 10 gün sonra yanıma
getir, kendilerini tekrar göreceğim”, dedi.
Hastanede bir köşede tam on gün bol bol yiyerek
istirahat ettik. Tıraşolduk, bitlerden temizlendik,
yeni elbiseler giydik.
Nihayet tekrar sertabibin huzuruna çıktık. Hani
hepimizin yüzüne kan gelmiş, yürüyüşümüz bile
başkalaşmıştı. Sertabip bize gayet tatlı bir dille
hitap ediyordu. “Nasılsınız evlatlarım. İstirahatınız
temin edildi mi? Sizler, Hilâli Ahmer'den verilecek
olan battaniye ve eşyaları almak üzere İstanbul'a
göndermek istiyorum. Eşyaları İstanbul'da size
Besim Ömer Paşa verecek. Bütün evraklarınız,
vesikalarınız hazırdır. Ulukışla'ya kadar yürüyerek,
oradan da trenle gideceksiniz.
Doktorun bu sözleri üzerine lüzumlu vesikalarımızı
yanımıza alarak yola çıktık. İstanbul'a vardığımızda,
altı arkadaş, Besim Ömer Paşa'nın huzuruna çıktık
Vesikalarımızı gösterdik. Paşa:
-Evlatlarım, dedi. Götüreceğiniz eşyalar balya
yapılmıştır, hazırdır. Sizler şimdi Gümüşsuyu
Hastanesinde birkaç gün istirahat edin, sonra yola
çıkarsınız.
Gümüşsuyu Hastanesinde kaldığımız müddetçe
İstanbul'u çok az gezmişolmama rağmen çok
beğenmiştim. Bu hastanede bir çavuşun yardımıyla
hastane müstahdemleri arasına dâhil oldum.
Arkadaşlarım Erzurum'a dönerken ben, Gümüşsuyu
Hastanesinin yardımcı neferi olarak İstanbul'da
kaldım.
Bir süre hastanede kaldım. Bir gün bir zabit geldi,
hastanedeki bütün efradı topladı. Aralarından
birkaç kişi seçip ayırdı, sonra da arkasına takip
götürdü. Ben de bu kafileye dahildim.
Başımızdaki subay bizi ayırdığı zaman şöyle
demişti:
-Askerler, sizi çok mühim bir vazife için ayırdım...
Yeni vazifenizde en ufak bir ihmal gösterirseniz,
sizi hemen en uzak cepheye gönderirim. Ağzınız
sıkı olacak, gözleriniz açık uyuyacaksınız.
Ufak kafilemiz, nihayet büyük bir binanın önünde
durdu. Sonradan öğrendik ki, burası Harbiye
Nezareti Binası imiş. Yeni vazifem, Harbiye
Nezaretinde Başkumandan vekili Enver Paşa'nın
postacılığı idi.
331'den 333 sonuna kadar Harbiye Nezaretinde
Paşa'nın postacılığıvazifesi ile üç seneye yakın
kaldım. Rahmetli Paşa'nın kapısında bekler,
vereceği emir üzerine aldığım postaları mahalline
ulaştırırdım. Geceleri bu binada kalırdım.
Bir gün, Enver Paşa'nın yanında, üç hemşerimi
görmüştüm. Ali Çavuşoğluismail Bey, (Mehmet
Karayaka'nın babası), Felekoğlu Süleyman Ağa ve
Paşaoğlu Hüseyin Efendi. Onlarla karşılaşmamın hikâyesi şöyle idi:
Enver paşa'nın kapısında beklerken “Ordulu gelsin”,
diye çağırıldım. İçeri girdim, paşanın vereceği emri
bekliyordum. Paşa, masasına oturmuş, kâğıt
imzalıyordu. İmzaladığı kâğıtlardan esas olanları
bana uzattı, bunları askerlik dairesi reislerine imza
ile teslim etmemi emretti. Evrakları topladım.
Paşanın yanında, koltukta, orta boylu, sakallı bir
adam oturuyordu. Sakallı adam bana sordu:
-Sen Ordulu musun evladım?
-Evet, dedim.
-Neresindensin?
-Ulubey'in Kumrulu Köyündenim.
Kimlerdensin?
Fazlı Kadı oğullarındanım. Arif oğlu Mahmud'um.
-Sen büyük babanı tanır mısın?
-Hayır. Tanımıyorum. O vefat ettiği zaman ben çok
küçüktüm.
-Senin
büyük babanın adıdır.
(Paşa, bir yandan kâğıtları imzalarken, bir yandan da bizi dinliyormuş.)
O sırada misafirine döndü:
-O... görüyorum ki siz tanış çıktınız beyler... Bey,
cevap verdi:
-Evet paşam. Bu asker benim memleketlimdir.
Ailesini tanırım. Eğer izin verirseniz, boş
zamanlarında benim evime gelsin, dedi. Paşa güldü
ve başınısalladi.
Bana bu kadar yakınlık gösteren Bey, Mesudiyeli Ali
Çavuşoğlu İsmail Beymiş. Mehmet Karayaka'nın
babası... Birkaç hafta sonra izin aldım, İsmail Bey'in
konağına, ziyarete gittim. Konağın kapıcısından
bekçisine kadar her çalışan Melet'den gelmiş,
aslan gibi adamlardı. İçeriye haber verdiler, ben bir
süre dışarıda bekledim. Sonra içeriye, bir odaya
alındım. Odada üç kişi vardı.Biri, Paşa'nın yanında
gördüğüm ve bana iltifatta bulunan İsmail Bey'di.
Diğerleri ile sonradan tanıştırıldım. Biri, bizim
meşhur Felekzâde Süleyman Ağa, diğeri de
Paşaoğlu Hüseyin Bey. Üç Ordulu hemşerimi bir
arada görmek beni çok sevindirmişti.
Süleyman Ağa, gazete okuyordu. Hüseyin Bey de
benimle meşgul oldu, kim olduğumu sordu, cevap
verdim. Felekoğlu:
-Hüseyin Bey, asker ağa ile tanış mı çıktın? O sırada
Ali Çavuşoğlui smail Bey cevap verdi:
-Sen bu askeri tanımadın mı?
-Nerden tanıyayım?
-Tanımazsın ya. Ama ormanlardaki canavarları
tanırsın, bu namuslu adamları tanımazsın.
İsmail Ağanın bu sözlerinden birşey anlamamıştım.
Sonradan öğrendim ki, Ali Çavuşoğlu'nun #Çambaşı
üzerinden #Mesudiye'ye gönderdiği, yirmibeş at
yükü manifatura eşyasını Kabadüz yolunda
eşkıyalar soymuşlar. O güne kadar da ele
geçmemiş.
İsmail Bey, mallarının çalınmasından ziyade, fakir
fukaranın soyulmasına üzülüyormuş. Çok inatçı bir
adamdı. İnatçı takipler neticesinde mintikalara
kadar yayılan mallarını buldurmuş, bunlardan bir
kısmını kurtarabilmiş.
Ben, sık sık Ali Çavuşoğlu Bey'in konağına
giderdim. Her seferinde de kendisinden harçlık
alırdım. İsmail Bey'in askeriye müteahhidi olduğunu
öğrenmiştim. Yanına gittiğimde oğlu Mehmet Bey
(Karayaka) ufacık bir çocuktu. Gurbet elde hatırımı
soran ve beni parasız bırakmayan İsmail Bey'i bu Bey'i bu vesileyle burada rahmetle anıyorum.
Enver Paşa'nın yanında 1918 yılının Kasım ayına
kadar kaldım. Bir sabah, Harbiye Nezareti
Binasında telaşlı gidip gelmeler olduğunu gördüm.
Neler olup bittiğini önce anlayamadık. Sonra
öğrendik ki, Talat Paşa ile Enver Paşa Alman
Dezaltısı ile İstanbul'a kaçmış...
Mesudiye sevdalıları
SARIKAMIŞTA SIRADIŞI BİR TANIŞMA HİKAYESİ
SARIKAMIŞ MUHAREBELERİNE KATILAN ULUBEY'Lİ MAHMUT KILIÇ İLE MESUDİYELİ ALİ CAVUŞOĞLU İSMAİL BEY KARAYAKA'NIN TANIŞMA HİKAYESİ..

01 Mayıs 2022 - 22:39
Bu haber 776 defa okunmuştur.
YORUMLAR