
AE: Olumsuz yönüyle dünyanın ilkleri arasında yer alırken, olumlu yönüyle de dünyanın son sıralarında yer aldığı söylenebilir. Koronavirüsünün ilk görüldüğü dönemde “bu da bizi teğet geçer” gibi umursamaz ve gayri ciddi bir yaklaşım gösteren Türkiye’nin, ağır bir bedel ödeyeceği çok açıktır. Bu nedenle krizi bir “milat” olarak değerlendirecek bir siyasi anlayıştan da uzak olduğunu düşünüyorum. Kişisel olarak endişem, mevcut sistem ve mevcut yönetim anlayışının devam etmesi durumunda; Türkiye’nin Korona sonrası Rusya liderliğindeki Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın olduğu ligde yer almasıdır.
VD: Korona’nın kökeninde Çinlilerin yeme tercihleri olması üzerine konuşuldu. Kurani olarak da bakıldı bu konuya. Böyle bir yaklaşımın tutarlığından söz edebilir miyiz?
Gerçekten de insanlar yarasa yedikleri için mi bu durum oldu?
İnsanların binlerce yıldır farklı tercihleri olduğuna göre bunun tam da şimdi olması üzerine ne söylenebilir?
AE: Kur’an’ın Domuz, Leş ve Kan dışında doğrudan haram kıldığı bir yiyecek olmadığını biliyorum. Ancak bazı yiyeceklerin insan veya hayvanlar için zararlı, hatta öldürücü olduğu da bilinmektedir. Söz konusu virüsün de yarasa veya başka bir hayvan veya nesne üzerinden bizlere bulaşabilir. Çinlilerin yeme alışkanlıklarının diğer insanlardan çok daha farklı olması virüs riskini artırabilir ancak yedikleri yiyeceklere bağlamak çok da mümkün görünmemektedir. Temiz olmayan veya temizlenmeyen herhangi bir yiyecek de aynı riski taşımaktadır. Kaynağı konusunda konuşması gerekenler bilim adamları ve ilgili uzmanlardır. Bu yöndeki araştırmaları elbette gerçeği ortaya çıkaracaktır. Dolayısıyla yarasa da olsa herhangi bir yiyeceği peşinen mahkûm etmek veya suçlu ilan etmek doğru değildir. Kaldı ki, iddia edildiği gibi virüsün taşıyıcısı yarasa olsa dahi suçlu olan yarasa değil onu yiyen insandır.
VD: Umre’den gelenlerin Türkiye’nin kılcal damarlarına hastalığı yaydıkları aşikar. İtalya’da kimse umreye gitmedi ama bizde de İtalya’ya gidenlere nazaran umreciler çok. Açıkçası Umre bizi İtalya’nın yoluna soktu gibi görünüyor.
T.C. Cumhurbaşkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdürlüğü diye bir kurum var. Bu kurumun süreci okumaktan uzak olması ve işler sarpa sarınca ‘özel kurumlar göndermiş haberimiz yok!’ demesi için neler diyebiliriz? Burada kurumsallık eksiği göze çarpıyor diyebilir miyiz?
AE: Umre ziyaretlerinin virüsün yayılmasında etkili olduğu açık. Burada ciddi bir ihmal söz konusu. Bu ihmalin taraflarından biri Suudi Arabistan yönetimi, diğeri de Türkiye siyasal yönetimi. Bu iki yönetimi ve umre organizasyonunu sorgulamak yerine umre ibadetinden dönenleri suçlu ilan etmek hedefi saptırmaktır. Bunlar arasında kurallara ve ilgililerin uyarılarına uymayanların sorumluluğu ve yüklendikleri vebal ağırdır ancak asıl sorumluluk ve büyük vebal kurumların ve yönetimindir. Umre organizasyonuna bu süreçte izin verilmesi gerçekten büyük bir sorumsuzluk örneğidir ve görev ihmalidir. Diyanet’in “VİP Cuma” uygulaması hala devam etmektedir. Sorumlu kurum ve kuruluşlar bu sorumsuzluğun mutlaka hesabını vermeliler, diye düşünüyorum. Ayrıca yayılmasının tek nedeni umre ziyaretçileri de değildir. Daha çok Avrupa ülkelerinden, Çin ve İran’dan gelenlerin virüsü yaydıklarını görmezden gelerek sadece umreden dönenleri hedef haline getirmeyi de doğru bulmuyorum. Bu süreçte camilerde kılınan namazlar, spor müsabakaları, kongre ve parti toplantıları, uzun süre açık kalan AVM’ler, sinema salonları, uluslararası ve şehirlerarası seyahatler, sosyal etkinlikler gibi umursanmayan temasların etkisi daha fazla olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı kadar Futbol ve diğer Federasyonlar, Ulaştırma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığının da sorumlu olduğunu hatırlatmak istiyorum. Esas itibariyle virüsün yayılmasında sorumluluk tamamıyla ilgisiz, duyarsız davranan iktidarındır.
VD: “Mış” gibi yapmak. Rahmetli Oğuz Atay’dan baki bir kavram. Sizce “mış” gibi yaparak varılan bir durumda mıyız?
AE: Aynen öyle..! Aslında mevcut iktidar ülkeyi yönetmiyor/yönetemiyor, “mış” gibi yaparak yönettiği algısı oluşturuyor.! Siyasal gerilimi canlı tutarak ve devamlı muhalefet ile kavga ederek gündemi meşgul etmeyi başarıyor. Koronavirüs ile mücadelede, dünyanın neredeyse tamamında iktidar-muhalefet işbirliği ve dayanışma içerisinde iken, bizim ülkemizde iktidar yalnız ve yalnız muhalefet ile mücadele etmektedir. Akıl tutulması yaşayan bir iktidar karşısında gündemi belirleyecek ve toplumsal muhalefeti yönetecek bir muhalefet eksiğimizin de olduğu çok açık. Ne yazık ki muhalefet, iktidarın tehdit, suçlama hatta iftiralarına teslim olmuş durumda. Her parti, enerjisini ve gayretini suçlamalar karşısında kendisini savunmaya ve aklamaya harcamaktadır. Oysa suçlu olan iktidardır ve kendisini savunması gereken de yine iktidardır. Siyaset, hele muhalefet korkarak yapılmaz.! Bunca hukuksuzluk ve haksızlıklara rağmen iktidarla mücadele edemeyen bir muhalefet erimeye, yok olmaya mahkûmdur.
VD: Ciddi bir kesim Covid19’un laboratuvar koşullarında üretildiği kanısında.
İnsanlığı yok etmek için çok daha kolay yollar yok mu? Bu daha çok insanlığı süründüren bir hastalık. Bu kanaate katılır mısınız? Gerçekten virüs böyle bir aklın işi olabilir mi? Evetse neden, hayırsa neden?
AE: Tabiat olaylarının neden olduğu felaketlerin gerekçelerini yine tabiatta aramanın doğru olduğunu düşünüyorum. Olayları Allah’ın gazabına bağlamak ve oradan hareketle “kader” ile noktalamak kolaycılık, çaresizlik, hatta cehalettir. Virüs, din değil bilim konusudur. Bilim geliştikçe Allah’ın azameti de daha görünür olarak ortaya çıkar…!
“Laboratuvar koşullarında üretildiği” iddiasına gelince, bu yönde bazı tartışmaların olduğunu biliyoruz. Çin, Rusya ve İran’da yayınlanan bazı makalelerde, virüsün ABD tarafından üretildiği açıkça iddia edilmektedir. Hatta virüsün, “Amerikalılar ve Siyonistler tarafından İranlıların DNA’sına uygun olarak üretilmiş bir biyolojik etnik silah olduğunu” iddia edenler de vardır. Ülkemizde de bazı çevreler tarafından aynı iddialar seslendirilmektedir. Bildiğimiz kadarıyla laboratuvarlarda virüs üretmek mümkündür ancak Koronavirüsünün laboratuvarda üretilip üretilmediği konusunda fikir beyan etmek durumunda değilim. Doğru olanı bilim insanlarından öğreneceğiz. İleri teknolojilere sahip ülkelerde de önlenemez bir yaygınlık kazanması bu iddiayı zayıflatmaktadır. İnsanlık, geçmişte de benzer salgın hastalıklar yaşamıştır, kirletilmiş doğanın ürettiği bir virüs olduğunu düşünüyorum. İlk önlem olarak temizliğin önerilmesinin de iddiamı güçlendirdiği kanaatindeyim. Kendi ellerimizle yapıp ettiklerimizin bir sonucu olabilir…! Tabiata karşı adil davranılmadıkça nice bilmediğimiz varlıkların saldırılarına maruz kalabileceğimize inanıyorum.
VD: Bir görüş de olan bitenin doğanın insan türünü eleme girişimi olduğu. Aslında iklim değişikliğiyle bekleniyordu. Hastalık bütün süreci yeniden tanımladı. Öne çekti. Gerçekten insan türünün dünya adlı gezegende bir sonu var mı?
AE: İnsanoğlu, doğaya karşı sorumluluğunu yerine getirmediği durumlarda, yani doğayı tahrip ettiğinde felaket ve musibetlerle karşılacağı zaten biliniyor. İnsan, kendisini egemen görüp şımardığında, icat ettiği silahlarla, teknoloji ile azgınlaştığında kendi cinsinden düşmanlaştırdığını yok etmeye başlayınca, kaçınılmaz olarak doğayı da imha etmekte ve yaşadığı gezegene zarar vermektedir. Evrene hükmetmeye kalkışan insan, evrenin, tabiatın sınırlarını zorlamaktadır. Oysa evrenin yasalarını insanoğlu koymadı ki, istediğinde hükmedebilsin, yasalarını değiştirsin veya yeni yasalar dayatsın.! Henüz mahiyetini bilmediğimiz zerrecik bir virüsün, milyonlarca insanın hayatını nasıl tehdit ettiğini düşününce bu gerçeği daha kolay fark edebiliriz. İnanan bir insan olarak, evrenin bir yaratıcısı, sahibi olduğunu ve mutlak hükümranlığın yaratıcıya ait olduğunu söylüyoruz. Ezeli-ebedi, ilk ve son varlık olarak ancak yaratıcı, yani Allah olduğuna göre onun dışındaki her varlık, doğal olarak insanın da bir sonu olacaktır. Bu durumda hem insan türünün hem de dünya adlı gezegenin başlangıcı olduğu gibi sonunun da olacağına inanıyorum. Sonradan var olan her nesnenin şüphesiz bir bitimi de vardır. İnsanın bu nesnelerin son bulmasında etkin rol alması trajiktir. Gezegenimizin en yararlı olanı da, en zararlı olanı da insandır. Bunu kendi iradesiyle yapan bir varlık olduğu için sonuçlarından da sorumludur. Bu nedenle de olup bitenlerden ders çıkarmak, ibret almak ve doğru, yararlı olanı yapmak durumundayız. Doğanın talan edilmesi, kaynakların tahrip edici silahlara harcanması, azınlığın hizmetine sunularak çoğunluğun tabiattan mahrum bırakılması, doğal kaynakların tekelleşmesi, adil paylaşımın olmaması, sömürünün yaygınlaşması, adalet, erdem, merhamet, dayanışma gibi geleneklerin aşınmasının insanı da gezegenimizi de tehdit eden gelişmeler olduğunu düşünüyorum. İnsanı yücelten değerler eksilip zayıfladıkça insanın daha çok azgınlaşması ve acımasız bir varlığa dönüşmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Bu durumda daha çok tahripkâr, daha çok yıkıcı olacağı düşünüldüğünde bir sonunun geleceği de muhakkaktır.
VD: 1. Dünya savaşından sadece 25 yıl sonra 2.Dünya savaşı çıkmıştı. Korona’yı 1.Dünya Salgını olarak görmek mümkün mü? Sizce 2. Dünya salgını da olacak mı?
İnsanlık tarihten ders alma konusunda ne kadar dirayet gösterecek?
AE: Bilim insanları, insanlığın her zaman salgın hastalıklarla karşı karşıya kalacağını zaten söylüyorlardı. Bugün de böyle bir gerçekle yüz yüzeyiz. Geçmiş dönemlerden farklı olarak, en yüksek teknolojiye sahip olunan bir dönemde Koronavirüsü ile saldırıya uğradık. Bugün itibariyle en ileri teknoloji dahi virüsle mücadele edecek durumda değildir. Bu durum, insanlık adına bir trajedidir. Bu trajediden ne kadar ders alınacağını henüz tahmin edemiyoruz. Kısa sürede tedavi edilmesi durumunda eskiye dönüş daha hızlı olacaktır. Çaresi ve tedavisi uzun sürer ve çok ağır bedeller, çöküşler ve kitlesel ölümler yaşanırsa ders çıkarmak zorunluluğu doğar. En azından sağlık sisteminin silah sanayisinden çok daha önemli olduğu görülecektir. Biyolojik silahlara yapılan yatırımın yarısı sağlık alanına yatırılsaydı, şüphesiz bu çaresizlik bugün yaşanmazdı. Önümüzdeki birkaç hafta içinde alınacak kararlar dünyanın geleceğini şekillendirecektir. Kuşkusuz, sağlık alanında olduğu kadar, ekonomi ve siyasi alanda da bir değişim ve dönüşüm beklenmektedir.
VD: Charles Taylor, ‘seküler çağ’ adlı eserinde bilim çağında inancın hala nasıl mümkün olduğu sorusuna yanıt arar. Camileri, İbadethaneleri kapatan virüsün, insanlara inançlarını yeniden tanımlama konusunda bir mesajı olabilir mi? Bundan sonra bilimsel hiçbir kavram dine yenilmeyecek diyebilir miyiz?
AE: İnsanlık ders çıkaracaksa elbette nasıl inandığını ve nasıl yaşadığını da sorgulamalıdır. Camilerin, Kilise, Havra, Tapınak ve diğer ibadet yerlerinin insandan, insan sağlığından, insan hayatından daha önemli olmadığı ortaya çıkmıştır. Özü itibariyle zaten böyledir. Sorgulanması gereken yanlış inançtır. Ancak din ve bilim çatışması merkeze alınarak olayların değerlendirmesini doğru bulmuyorum. Esas itibariyle din ve bilim birbirleriyle çatışan olgular değil, birbirini destekleyen olgular olmalıdır. Her ikisi için de esas olan akıl ve bilgidir. Din, akıl ve bilgiye yardımcı olmak için vardır. Din de, bilim de özgür olmak durumundadır. Özgür olmayan başkalarını özgürleştiremez. Bilim geliştikçe, ben özgür ve akleden dindarlığın daha güçleneceğine ve din adamları başta olmak üzere egemenlerin tasallutundan kurtulacağına inanıyorum. Bu nedenle din ve bilimi yarıştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum.
VD: Türkiye’ye dönecek olursak; ekonomiye ve geniş kitlelerin işsiz kalmasına dair en azından bu ana kadar gösterilen apati ve cesaretli umursamazlıkta iktidar gücünü nereden alıyor olabilir?
AE: İktidar gücünü sorumluluktan kaçarak, risk almayarak, akışına bırakarak ve hamaset yaparak korumaya çalışıyor. Gerçeklikten uzaklaşmayı başardığı ölçüde güçlü kalmayı strateji haline getirmiştir. İnsanları evde kalmaya çağırırken hükümet veya devlet olarak hiçbir güvence ve ekonomik destek vermediği halde vatandaştan yardım toplaması bu stratejinin bir parçasıdır. Ekonomik kriz karşısında vatandaşın güvencesi bağışlar değil, devletin bütçesidir, fonlardır, faizsiz kredilerdir, vergi indirimleridir, KDV’lerden muafiyettir, esnafa, üreticiye, ihracatçıya, sanayiciye karşılıksız destektir. Siyasi bir iktidarın Cemaat modeli “himmet” kampanyası yapması büyük bir talihsizlik ve siyaset/yönetim için bir itibarsızlıktır! Türkiye’yi bu duruma düşürmeye hiçbir iktidarın hakkı yoktur. Ancak iktidar, ne yazık ki her krizde benzer yöntemlere başvurarak krizden güçlü çıkmayı hedeflemektedir. Mevcut krizden aynı yöntemle çıkabileceğini sanmıyorum.
VD: Dünyanın tamamı için zor bir süreç. Ancak Türkiye 2015’ten beri sürreel yaşıyor. 10 senede ekonomi alanında kazandıklarını birkaç senede geri vermişti. Ekonomi zaten güç bela toparlanıyordu. Bundan sonrası için nasıl bir çözüm öngörülebilir?
AE: İktidarın dünya ve Türkiye gerçeklerinin farkında olduğunu düşünmüyorum. Virüsün yayılmasında ihmalkâr davranması, uzun süre ilgisiz kalması da bundan dolayıdır. Toplumu ikna etme veya otoriter gücüne güvendiğini düşünüyorum. Dünya virüs derdine düşerken Kanal İstanbul için ihale yapılması açık bir aymazlık ve umursamazlık değil midir? Dünya ulaşım kısıtlamasına, hatta yasak koymaya giderken, iktidarın uçuşlarda KDV indirimi yapması trajikomik değil midir? Otoyolların, köprülerin ulaşıma kapanmasına rağmen hazinenin müteahhitlere ödeme yapma zorunda olması ekonomideki savurganlığı açıklamaya yetiyor sanırım. Mevcut ekonomik ve siyasal sistemle ülkenin toparlanması mümkün görünmemektedir. Kanaatime göre mevcut sistem virüsle birlikte gerileyecek ve mevcut siyaset virüs enkazı altında kalacaktır. Bu süreci yeni siyaset ve yeni bir sistemle ancak atlatılabileceğimizi düşünüyorum. Toplumun siyasete olan güveni bu süreçte çok daha azalacaktır, iktidarın büyük bir güven ve güç kaybına uğrayacağını düşünüyorum.
VD: Halkbank’tan düşük faizle kullanılan kredilerin ödemeleri otomatik 3 ay uzatıldı. Buna karşılık tarımsal krediler için dahi böyle bir önlem alınmadı. Sizce bu iktidar gerçekten spesifik olarak oyu kimden aldığını bildiği için mi böyle davranıyor? Önce kadınlar ve çocuklar gibi, önce AKP’ye oy verenler mi koruma altına alındı?
AE: İktidarın yandaş zenginler, müteahhitler dışında kimseyi koruma altına aldığını düşünmüyorum. İlkesiz ve pragmatik bir siyaset anlayışı ile yönetildiğimiz açık. Dini argümanlarla ifade edilen boş vaatlere, gerçek dışı söylemlere, hamasete itibar eden geniş bir seçmen kitlesine sahibiz. Sorgulamayan, hakkını aramayan, devlet üzerinde haklarının olduğunun farkında dahi olmayan bir kitleden söz ediyorum. Kredilerin, fonların, primlerin iktidarın bir lütfu olduğunu düşünmektedir. Bunu çok iyi ancak art niyetle kullanan bir iktidar var. Bazen sadaka dağıtarak, bazen ulufe dağıtarak bu kitlenin gönlünü almayı başarıyor. Oysa bunlar bizim insanlarımız ve devlet üzerinde hakları olan vatandaşlarımızdır. İktidarın bunları istediği şekilde istismar etmesini önleyecek olan muhalefet partileridir. Ne yazık ki aynı yöntemlerle iktidara gelmeyi planlayan bir muhalefetin bu istismarı önlemeye gücü de, güvenilirliği de yok. İktidarı denetleyen yasal ve anayasal kurumlar, örgütlü sivil yapılar tamamıyla ortadan ya kaldırılmış veya etkisiz hale getirilmiştir. Devlet imkânlarını doğrudan topluma sunmak yerine yandaş ve ideolojik-örgütlü yapılar üzerinden yapması yönetim sistemi açısından da mahzurludur. Güven vermeyen yönetimler, gizem oluşturan iktidarların, kaos ve krizlere yol açması kaçınılmaz hale gelebilir. Bu bakımdan mevcut yönetim sistemini ve yönetim zihniyetini ülkemiz ve geleceğimiz açısından sorunlu bulduğumu ve büyük krizlere yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunu ifade etmeliyim.
VD: Tek adamın üzerine bina edilen sistemin; etrafında toplanan nomenklatura ile ülkeyi bildiği gibi yönetmenin dışında, alternatif önermediği bir sürecin iflasını ve meşruiyetin yok edilmesini deneyimlediğimiz bu süreçten, çıkış için yol haritası nedir?
AE: Bu süreçte bir yol haritası çizmek, çözüm önerileri sunmak en azından ülkemiz için mümkün görünmemektedir. Tek adamın üzerine bina edilmiş bir sistemde ortak akıl aramak, sivil çözüm sunmak nasıl mümkün olabilir ki? Muhalefeti, en önemlisi de muhalif belediyeleri virüs mücadelesi karşısında dışlamak, yardımlarını önlemek, halk ile dayanışma içinde olmalarını engellemek otoriter bir ruh hali dışında izahı mümkün müdür? Otoriter ve giderek totaliterleşen bir sistemle karşı karşıyayız. Tek adam yönetiminin oluşmasında başta muhalefet partileri olmak üzere neredeyse her kesimin payı vardır. Mevcut sistemi, hukuksuzluğu, keyfi uygulamaları, ayırımcılığı, adaletsizliği, yağma ve talanı en azından ülkemiz açısından Koronavirüsünden çok daha yıkıcı ve tahripkar olduğunu düşünüyorum.
VD: Sadece iktidarın devamı için ülkenin neredeyse 100 yıllık sorunlarını bir siyasi partinin güncel kadrosuna yıktı iktidar. Bu seçilmişler bu günleri hapiste karşılıyor. Baktığınızda cezaevleri hastalık için fazlasıyla korunaksız. Bu akıl ötesi stratejinin önünde duracak ve onu artık bu tutarsızlığa son verin diyecek ortak akla ulaşma imkânı var mı?
AE: Mevcut iktidar, siyasetini gerilim ve gerginlik üzerine bina ettiği için devamlı sorun oluşturmak veya mevcut sorunları derinleştirmek zorundadır. Muhatabının kim olduğu veya hangi parti ve kesim olduğu hiç önemli değil. İktidarının devamı için her kesimle düşman olacağı gibi her kesimle de geçici dostluklar kurabilir. Bunun en açık örnekleri; yasağının kaldırılması ve milletvekili seçilmesi için Deniz Baykal ve CHP ile kurduğu dostluk, sonrasında ise CHP’yi düşman ilan etmesi. İktidar için Cemaat ile oluşturduğu mutabakat ve ortak yönetim, 2015 sonrası geliştirilen düşmanlık. İttifak öncesi MHP ile yaşadığı sorunlar, ittifak ile birlikte bir elmanın iki parçası gibi benzeşmesi. Çözüm sürecinde HDP ile el ele, yan yana görüntü vermesi, Haziran seçimleri sonrası çözüm süreci tanımayan, hatta inkâr eden bir duruşun sergilenmesi. Yüzlerce siyasetçinin, yazar ve aydının, kadın-çocuk-yaşlı masum insanın cezaevlerinde virüs karşısında savunmasız, çaresiz bırakılması hangi siyaset anlayışı ve hangi vicdanla açıklanabilir? Bu akıl ötesi stratejinin önünde duracak, karşı çıkacak ne ortak akla, ne demokratik bir siyasete, ne bağımsız bir yargıya, ne de toplumsal bir vicdana sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Bu nedenle aydınlarımızın cesaretine ihtiyacımız vardır. Bu tutarsızlığa, haksızlığa, hukuksuzluğa, ayırımcılığa, otoriter ve totaliter sisteme “DUR!” diyebilecek ancak aydınlardır. Aydınların ve sivil siyasetçilerin öncülüğünde ortak aklın ve toplumsal vicdanın da harekete geçmesi mümkün olacaktır.
VD: 20. Yüzyılı savaşlar sıcak ve soğuk olanlar şekillendirdi. 21.yüzyıla girerken Türkiye dahil olmadığı sıcak savaşlara rağmen dahil olduğu soğuk savaş döneminin ideolojik sözcülerinin iktidarına tabi. Hala arkaik soğuk savaş din, milliyet söylemleri iş görüyor. Bu daha ne kadar sürebilir?
AE: 21. yüzyıla New York ikiz kulelerin vurulmasıyla başlayan “Yeni Dünya Düzeni” inşa süreci beklenen barış ve demokrasi yerine daha büyük kaos ve krizlere neden oldu. ABD ve müttefiklerinin “demokrasi getireceğiz” iddiasıyla Orta Doğu’ya yönelik işgal ve saldırıları büyük katliamlara, kitlesel göçlere, talan ve yağmaya yol açtı. Daha çok kan döküldü, var olan husumet ve ayrışmalar karşılıklı çatışma ve savaşlara dönüştü. Bugün Irak, Libya, Yemen ve yanı başımızda Suriye’de olup bitenler bu gelişmelerin sonuçlarıdır. Bu gelişmeler, barış ve demokrasi yerine milliyetçiliği, dinciliği, dinci örgütleri, otoriter yönetimleri daha çok güçlendirdiği ortadadır. 50 yıllık demokrasi mücadelesine rağmen Türkiye’nin bugün geldiği otoriter ve tek adama dayanan sisteminin de bu gelişmelerin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Türkiye dâhil, coğrafyamızın tamamında devletlerin ceberut uygulamaları fazlasıyla artmış durumdadır. Milliyetçilik, dincilik, dinbazlık ve devletlerin şiddet politikaları da bu süreçten beslenmektedir. Ne yazık ki Koronavirüsü ile bu yapılar daha da güçlenmekte ve sorgulanamaz hale gelmektedir.

VD: Son olarak Türkiye’yi 1 yıllık, 5yıllık, 10 yıllık dönemde nasıl bekliyorsunuz?
Sosyolojik manada hangi değişimleri bekliyorsunuz?

AE: Planlamacı değilim ancak ülkenin geleceği için zihin ve aklını yoranlardan biriyim. Bunu da bir sorumluluk olarak görüyorum. Salgın sonrası ekonomik ve siyasi alanlarda, dünyanın bir çok bölgesinde, özellikle bizim coğrafyamızda yeni kaos ve bunalımlar olması kuvvetle muhtemeldir. Psikolojik ve sosyolojik etkilerinin de olacağı tahmin edilmektedir. Virüsün ekonomik maliyeti yanında, toplum ve yönetim arasında bir güven bunalımına yol açmasını bekliyorum. İyi yönetemeyen siyasiler ve yönetimlere karşı bir toplumsal tepki gelişebilir ve bazı değişimlere yol açabilir. Kuşkusuz yoksul ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler daha çok kaybedecekler. Varsıllar ile yoksullar arasındaki makas daha çok açılacak. Sadece sağlık sistemi veya ekonomiler çökmeyecek, siyasal sistemler de çökecek ve çözümler üretmekten uzaklaşacak. Bu durumda sosyal patlamalara, çatışmalara daha açık hale geleceklerdir. Bu süreci sağduyu ve ortak akıl ile yönetenler daha az etkilenerek süreci atlatabilirler.
Ülkemiz için de durum farklı olmayacaktır. Dünyadan kopuk bir anlayışla süreci sağlıklı yönetmek mümkün değildir. Mevcut sistem, tek adam ve otoriter yönetim anlayışı ülkemiz açısından büyük bir talihsizliktir. Bu durum siyasi belirsizliği de güçlendirmektedir. Komşularıyla ve vatandaşlarıyla bir çatışma ve savaş halinde olan ve bunda ısrar eden bir iktidar ile krizden fazla etkilenmeden çıkmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Korona sonrası yapılması gereken ilk iş; yeni bir siyaset inşasını başlatmaktır. Mevcut siyaset ile ülkemizi yarınları taşımanın imkânı görünmemektedir. Öncelikle değişimin siyasette gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorum. Umutsuzluğa düşmeye gerek yoktur. İnşaallah yeni bir siyaset, yeni bir yönetim ve yeni bir sistem ile Türkiye de sorunlarını aşacaktır. Her karanlığın bir aydınlığı, her gecenin bir sabahı elbette vardır.
YORUMLAR