Reklam

108 YAŞINDA VEFAT EDEN ALİ YILDIRIM HOCA İLE SOHBET…

ÜÇ PADİŞAH GÖREN, YAHYA EFENDİ CAMİİ EMEKLİ İMAMI, 108 YAŞINDA VEFAT EDEN ALİ YILDIRIM HOCA İLE SOHBET…

108 YAŞINDA VEFAT EDEN ALİ YILDIRIM HOCA İLE SOHBET…

ÜÇ PADİŞAH GÖREN, YAHYA EFENDİ CAMİİ EMEKLİ İMAMI, 108 YAŞINDA VEFAT EDEN ALİ YILDIRIM HOCA İLE SOHBET…

108 YAŞINDA VEFAT EDEN ALİ YILDIRIM HOCA İLE SOHBET…
29 Kasım 2021 - 00:18

Hüseyin Gökçe 

Beşiktaş’taki Yahya Efendi Camiinin emekli imamlarından, 108 yaşındaki Ali Yıldırım Hoca  (Namıdiğer Pamuk Hoca) 21.05.2017 tarihinde vefat etti. Allah rahmet eylesin. 105 yaşında iken asırlık çınar muhterem Ali Yıldırım Hocaefendi ile sohbet ettik. Yaşına rağmen enerjisinden hiçbir şey kaybetmeyen hocaefendi sorularımıza cevap verdi.

“1909’da İstanbul Bebek’te doğdum. 1919’da sibyan mektebini bitirdim. O sene Süleymaniye Medresesi’nin vaizlik bölümüne girdim. Bizden sonra sibyan mekteplerine de medreselere de talebe kabul edilmedi. Yani medresenin de sibyan mektebinin de son halkası olduk. Bu kurumlar bir bir kapatıldı. Askere gittikten sonra Yahya Efendi Camiinde vazifeye başladım. Ömer Nasuhi Bilmen o zaman bizim müftümüzdü. Onun yönlendirmesi üzere bir ilkokulda üç ay kurs görüp Latin harflerini öğrendim. Bize “yeni alfabeyi biliyor” diye bir kâğıt verdiler. 42 yıl boyunca Beşiktaş’taki Yahya Efendi Camiinden başka bir yere ayrılmadım, 1978’de emekli oldum.”

Osmanlı padişahlarını görme şerefine nail oldunuz mu?

“Ben üç padişah gördüm. Sultan Reşat’ı gördüğüm zaman üç yaşındaydım. Hayal meyal hatırlıyorum. O zamanlar Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih gibi selatin camilerinde Cuma hutbelerini hocalar değil padişahlar okurlardı. O olmazsa Şeyhülislam okurdu.
Bir gün babam aldı beni Sultanahmet Camii’ne götürdü. Hutbeyi Sultan Reşat okuyordu. Dedem onun danışmanı olduğu için beni tanıyordu. Namaz çıkışında geldi başımı sevdi. Oradan çıkarken de bir tane altın verdi bana. Bu altınlardan yedi tane biriktirdim. Sultan Hamid ve Vahdettin de verdi. O altınları ev alırken bozdurduk, oraya nasip oldu.”

Cumhuriyetin ilk yıllarında Müslümanların çok sıkıştırıldığını, birçok zulme maruz bırakıldığı anlatılıyor. Döneme şahitlik eden, yaşayan tarih olarak biraz bahseder misiniz?

“Hilafet kalktıktan sonra, ilk olarak vaizlere, hocalara yasak getirdiler; vaaz etmek yok dediler. Annene babana mevlit okutmak için kaymakamlığa valiliğe dilekçe vereceksin, onların nezareti altında okutacaksın, denildi. Kur’an talebesi yetişmesinden çok korkuyorlardı. 1923’ten 1950’ye kadar bu böyle sürdü. Çok sıkıntı çektirdiler. İnönü zamanı çok daha berbattı. Jandarmayı harmanın başına diker, hasatların vergisini peşin peşin alırlardı. Hayvan başına vergi alırlardı. Millet hayvanlarını dağa kaçırırdı. Camilere kilit vurmuşlardı. Halkı da çok korkutmuşlardı. Millet gizli gizli Kur’an eğitimini alırdı.

Babam müderristi. Bursa Ulu Camiine tayin olmuştu. Medreseden mezun olduktan sonra babamın yanına gittim. Babam ‘Aman oğlum dikkatli ol, bir şeye karışma!’ diye beni uyarıyordu. Mezuniyetten sonra askere gittim. Askerliğimi Sultanahmet Camiinde yaptım. O zamanlar camiyi kışla yapmışlardı. Bir tarafı kışlaydı bir tarafı ahırdı. Sonraki senelerde Saadettin Kaynak’tan Türkçe ezan okuma dersi aldık. Ama Allah nasip etmedi, bir gün bile Türkçe ezan okumadım. Benim cami tenhada olduğu için kimsecikler olmazdı. Onun için ezan konusunda rahattım. 1950’de Adnan Menderes gelince hemen ezanı tekrar Arapçaya döndürdü. Millet Arapça ezanı duyunca sevinçten ağladı.” 
 
Muhterem hocam, imamlık yıllarınızdan bir anınızı lütfederseniz çok memnun oluruz.

“Bir sabaha namazıydı. Bizim camide cemaat olmadığı için, ben de gidip Süleymaniye’de namazımı kılayım diye düşündüm. Oranın imamı Sadık Efendi hem oranın imamı, hem de bizim Kur’an-ı Kerim hocamızdı. Teheccütten sonra saat üçbuçuk sıralarında evden çıkıp yola düştüm. Eskiden tramvay oluyordu. Onlar da o saatte yol tamirine gidiyorlarmış. Beni alır mısınız dedim, aldılar.

Eminönü’nde inip, Süleymaniye’ye kadar yürüdüm. Tam da ezan okunmaya başladı. Sünneti kıldık farza duracağımız zaman Sadık Efendi, safları sık tutun dedi. Bu büyük camide topu topu üç kişiydik zaten. Ben de bunun için biraz tebessüm ettim. Ama gülmedim. Sadık Efendi, gel bakayım buraya diyerek beni yanına çekti. Bak bakayım şuraya, dedi. Bir baktım, bir de ne göreyim? Arı uğultusu gibi tekbirlerle bembeyaz elbiselerle melekler içeriye giriyor. Hepsi bir boyda, nurani melekler. Tabii onları bir Sadık Hoca bir de ben gördüm.”

Tanışıp görüştüğünüz bazı zatlardan bahseder misiniz?

“Bediüzzaman’ı çok gördüm. Sakalsızdı, kalın giyinirdi. Sene 1950’ye kadar İskenderpaşa’ya gelirdi. Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri de çok gelirdi. Bediüzzaman meşhurdu. Hem âlim olarak hem de askeri dehasıyla tanınıyordu. Celalli bir adamdı, hiç gözünü budaktan esirgemezdi. Güler yüzlü değildi ama asık suratlı da değildi. Ciddi bir adamdı.

İskenderpaşa’da bir seferinde anlatıyordu. Atatürk’ün kendisinin hem medrese hem de silah arkadaşı olduğunu anlattı. Şimdikiler hayır değildi, diyorlar. Ben kendi ağzından işittim, siz kitaplardan okuyorsunuz, ben mi yanlışım siz mi? Kendi ağzından işittim. Ayağa kalkmış kürsünün yanında anlatıyordu. Atatürk’ün kendisini Ankara’ya çağırttığını anlattı. Orada Atatürk’e, ezan okundu, namazımızı kılalım, demiş. O da, şimdi namazın sırası değil, milletin istikbali ile uğraşıyorum, demiş. Böyle deyince sanki başımdan kaynar sular döküldü diyerekten orayı terk ettiğini anlattı.

Mehmet Zahit Kotku, gelen misafirlere çok söz hakkı verirdi. “Bir şeyler anlatın” derdi. Erbakan Hoca’yı da bazen böyle konuştururdu. Erbakan Hoca’yla da birçok kere görüştük. Erbakan Hoca çok bonkör bir adamdı, iyilik yapmayı çok severdi.”

(Bu röportaj, Burhan Dergisi’nin Ocak 2014 sayısında yayınlanmıştır.)

Bu haber 12551 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum