HÜSEYİN GÖKÇE'den KISA ÖYKÜ
Reklam
Hüseyin Gökçe

Hüseyin Gökçe

SIRASI GELDİKÇE

HÜSEYİN GÖKÇE'den KISA ÖYKÜ

04 Eylül 2022 - 14:55



 EYLÜL GÜNLERİNDEN BİRİYDİ…
 15 Eylül 1993… O günün, hayatının en güzel günlerini sırala deseler ilk ona girecek bir gün olacağını pijamamı çıkarırken bilemezdim tabii. Sıradan bir güne başladığımı sanıyordum. Güneş tepeye çıkana kadar da öyle gibiydi zaten.
 Taşkent… Özbekistan denilen insan sıcaklığında ama çelik sertliğinde bir ülkenin büyülü başkenti Taşkent. Eylül güzeldi. Boğucu sıcakların İstanbul limonatası tadında yumuşacık serin sabahlarla yer değiştirmeye başladığı günler...
 15 gündür pansiyoner olarak bir evde kalıyorum. Bir bayanın yanında. İsterseniz baştan başlayalım öyküme… 
 Daha önceleri şehrin en güzel, en görkemli oteline yerleşirdim her gelişimde. Şirketim sağ olsun, rahat et derlerdi. Masrafa bakmazlardı. Kazancımız iyi nasılsa buralarda. Ben de şirketin genel müdürüyüm sonuçta. Fena değildi oteldeki hayatım. Canım sıkılır gibi olduğunda çevredeki çok sayıda lokantaya, dükkânlara, parklara, seyyar ressamların birbirinden güzel sokak sergilerinin bulunduğu caddeye, müzelere dalardım. Sadece akşamları zor geçerdi biraz. Televizyon programları zayıf, gece hayatı sınırlıydı. Kitaba ve wolkmenden müzik dinlemeye verirdim kendimi, uzun saatler.
 Otelde görevli bir bayan fark etmiş akşamları yalnızlığımı. Başı önünde açtı konuyu:
 “Yanlış anlamayın” diye başladı. “Otelde sıkılıyor olmalısınız. Hem de pahalı. Çamaşır ütü işleri de öyle. Bir bayan arkadaşım var, ekonomik katkı olsun diye güvenilir birini arıyor pansiyoner olarak. Siz aklıma geldiniz. Burada ödediğinizin dörtte birini verin kâfi. Size istediğiniz yemekleri de yapar. Arada sohbet de edersiniz. Rus kızı, genç. Yarı yaşınızda. Düşünürseniz, tanıştırayım.”
 “Güvenlik önemli benim için… Evler sıkıntılı. Hem Ruslarla anlaşmak zor, kibirliler…”
 “Öyle demeyin, bu kız iyi biri. Üniversite mezunu. Kimsesi kalmadı Taşkent’te. Hepsi gitti. Yine siz bilirsiniz.”
 “Bakarız.”
 İki gün sonra, “Şu hanımla bir tanışalım” dedim. Evine gittik birlikte. Dar ama iki yanı yemyeşil yollarla çevrili bildik Rus blok yapıları arasında bir apartmanın ikinci katı. Küçük, siyah kapısı suni deri kaplı bir daire. Beni getiren otel görevlisi Kırım göçmeni, güzel Türkçe konuşan Zamire hanım zile dokundu, kapı açıldı.
 Aman Allahım… O ne güzellik! Natalya… Anlatılması zor bir güzellik. İncecik bir beden, özene bezene yaratılmış bir yüz… O zamana kadar gördüğüm en güzel kadın belki de.
 O kadar çok etkilendim ki, günlük 20 Dolara evet dediğimi hatırlıyorum sadece. 20 değil de günlük 200 dolar dese ağzımdan gayri ihtiyarı evet çıkardı. Sonra neler yaşardım patronumla bilmiyorum tabii.
 “Otelle ilişkimi kesip yarın taşınabilir miyim?”
 Bir aylık peşin verirsem olabilirmiş. İhtiyacı varmış, zaten o yüzdenmiş pansiyoner araması. Büyük odada ben kalacakmışım. Arkadaki küçük oda ona yetermiş. Şartları sıraladı ardından: Televizyon ve radyonun sesini fazla açmak yok… Acil durumlar dışında eve erkek veya bayan misafir getirmek yok! Hele geceleri asla! Yemek olarak kahvaltı ve akşam yemeği. Akşam yemeği de sadece bir çeşit ve yanında salata veya yoğurt. “Malzemeyi sen alsan da yemek yapmam. Yemekle aram yok çünkü.” Her ay peşin ödenecek 600 Dolar… Komşulara veya bir başkasına bu ödemeden bahsedilmeyecek…
 Birkaç ay bir Türk firmasında sekreterlik yapmış,  çat pat Türkçe biliyor. Buna çok sevindim. Daha başka şeyler de söylenmiş olabilir ama duymadım. Hatta bu yazdıklarımı da sonradan birkaç kere daha tekrarlandığı için hatırlıyorum.
 Büyük iş bağlamış patron edasıyla otele döndüm. Natalya ile tanıştıran otel görevlisi Zamire’ye kaç teşekkür geçtim siz tahmin edin.
 Hızla toparladım eşyamı. Valizim hazır. Sabahı bekliyorum, çok önemli bir seyahate çıkacakmışım gibi. Sanki beni bekleyen bir sevgiliyle buluşacakmışım gibi… Dereyi görmeden paçayı sıvamak ne kelime, pantolonu çıkardım attım zâhir.
 Otelle hesabı nasıl kestim, taksiye nasıl bindim, adresi nasıl tarif ettim anlayın artık.
 Elimde valiz kapıda beni görünce sanki dün hiç görüşmemiş gibiydi Natalya. Bir an, anlaşmaktan vazgeçtiğini düşünerek üzüldüm. Hayır üzülmedim, kahroldum.
 Rusça geç otur, dedi. Soğuk ve kuru bir sesle.
 24 saattir alıp beni bir yerlere uçuran neşem sönmüştü. O sıkıntıyla elimdeki valizi koyacak yer bulamadım. İşaret ettiği yere bıraktım sonra. Ayaktayım. Natalya, yarı Rusça, yarı İngilizce-Türkçe bir açıklama yapacak ve valizimi alıp gideceğim… Mi az sonra? Heyecanlıyım, atama kuralarının sonuçlarını bekleyen yeni yetme öğretmenler gibiyim.
 Üçlü koltuğa buyur işareti yapınca oturdum.
 “Konuştuğumuz gibi bu odada kalacaksın, pencereden bakarsın bol bol. Öğleyin yemek yok. Kahvaltı olur. Akşamları da bir çeşit yemek.”
 Oh, acayip rahatladım. Demek vazgeçmemiş…
 “Of kors Natalya hanım. OK…”
 “Şimdi evin anahtarından kopya yaptırmaya gidiyorum, senin için. Sen de boşalttığım şu dolaba elbiselerini yerleştir.”
 Çamaşır ve ütü işini konuşmuş muyduk hatırlayamadım bir türlü… Boş ver, bir çaresine bakarız, çıkarma sesini oğlum…
 Yüzüne baktım Natalya’nın, gülümsemenin g’si yok.  Ne oldu bu hanıma böyle?
 …
 O gün ve ertesi günler bana karşı hiç güler yüz göstermedi Natalya. Dedelerini Çanakkale’de öldürdüğümüz Anzak askerlerinin torunları bile ondan daha güleç yüzlü. Üstelik kahvaltılar pek yavan, akşam yemekleri keyifsiz, lezzetsiz. Benimle masaya oturur gibi yapıyor sonra kalkıyor, bir daha hiç uğramıyor. İlk günler söylediği günaydın, selam türünden kelimeler de çıkmaz oldu üç gün sonra. Yüzü hiç gülmüyor zaten. Bir gün, onun arkasından sokağa çıktım ona belli etmeden, herkese karşı mı böyle soğuk diye. Hiç de değil! Komşularıyla fıkır fıkır. Bu kadar güzel bir bayanla aynı evi paylaş, bir yığın kira öde, ondan bir gülümseme bile görme! Dayanılır şey mi bu! Peşin peşin dolarları alırken iyi ama…
 On gün geçti böyle… Ruhsal yönden târumar olduğum on gün… Bir yanım çek git bu Rus’un yanından diyor, bir yanım altı ay peşin ödedin otur oturduğun yerde diyor…
 Tuvalet kâğıdı yerine kullanılmış okul defterlerinin ya da okunmuş Rus romanların sayfalarını kesip koyuyor tuvalete. Gerçi buralarda yüzde 90 aile yapıyor bunu ama bir hastane doktorunun ayda 10 dolar aldığı ülkede günlük 20 dolar kira ödediğim evde olmamalı. Ya şuna ne demeli? İş görüşmesi için üniversitede ekonomi profesörü Özbek bir dostum gelecekti eve. Çarşıdan bir şey isteyip istemediğimi sorunca bulabilirsen tuvalet kâğıdı rica ediyorum demiştim. Adamcağız bulmuş getirmiş.
 Profesör gittikten sonra asık suratını biraz daha asarak:
 “Ne tuhaf arkadaşın var!” dedi. “Misafirliğe giderken hediye olarak tuvalet kâğıdı götürüyor…”
 Onun saygıdeğer bir ekonomist olduğunu, tuvalet kâğıdını da benim istediğimi söyledim. Biraz öfkeyle. Öfkem onu daha da sevimsizleştirdi:
 “Bir daha evimde Özbek kimse istemiyorum, onlar pis ve nankör insanlar” dedi.
 Hakaret dayanılır gibi değildi.
 “Özbekleri seviyorum, pis değiller. Ayrıca burası Özbekistan Cumhuriyeti artık, Rusya değil!” diye bağırdım. Bayağı bozulmuştum. O da bir şeyler söyledi. Sonra kapıyı çarpıp gitti. Camdan baktım on dakika sonra, aşağıda eski bir bankoya oturmuş ay çekirdeği çıtlatıyordu.
 Bu kavganın üzerinden iki gün geçti. İlişkimiz iyice resmileşti. Ayrılmaya kararlı ancak aile baskısıyla bir süre daha birbirine katlanan evli çift gibiydik.
 Yine de çok güzeldi Natalya, çarpıcıydı… Gönlüm evi bırakmaya yanaşmıyordu o yüzden. Hani biraz yüzüme gülse bana yaptığı onca kabalığı, sevimsizliği bir kalemde silip atacak ona sokulacaktım kedi gibi.
 Hiçbir umut kırıntısı yoktu… Yine de bir rüyadan uyanmak, yapay umut bulutlarından inmek istemiyordum. Adına ne derseniz deyin bunun. Salaklık ya da çılgınlık… Bunu yaşıyordum sonuçta ve bundan memnundum.
 Her rüya gerçekleşmez diye bir kural yoktur ki… Uzak dağların arkasından kopup gelen, nefes olup genzimi yakan ya da bazen üşüten bazen rahatlatan bir deli rüzgârdı bu. Ben de bu rüzgârın önündeki adam. 
 Bu adam ki, tüm yaşanmamışlıkların, tüm yoklukların, unutulmaz açlıkların kıskacındaki yalnız yabancı… Yok yok, gurbetteki sakallı, yalnız çocuk…
 İşte tam böyle karmakarışık bir durumda uyandım 15 Eylül sabahına. Pazardı. Hava ıpılıktı. Yapacak hiçbir işim yoktu. Gidecek, içimin çektiği bir yer de. Kadın güzel, hava güzel ama şansım berbat diye düşündüm. “Boş ver” dedim sonra… “Dünyaya bu kadar meyletme, nefsinin sesini dinleme… Günahı düşün! Dünya fani, yapacak iş çok! Uğraştığına bak! Ayıp ayıp! Eşin, işin gücün var senin. Bugün Pazar diye evdesin, renkli ve tehlikeli hülyalar kurmak için değil!”
 Vicdanım mı, iç sesim mi her neyse doğru söylüyordu aslında. Ama ben bir insandım. İnsan… Duyguları, özlemleri, beklentileri, açlıkları, toklukları olan bir insan.
 Derken, kapımda tık tık! Natalya asla Pazar günleri görünmezdi ortalıkta. Peki, o değilse kim? Hemen açtım. Hayret oydu, yani Natalya… Üstelik gülümsüyordu. Baya baya gülüyordu güzel yüzü. Daha önce bana hiç gülmediği biçimde.
 “Günaydın” dedi önce, ağzından gül yaprakları dökülür gibi.
 “Günaydın” dedim, ağzımdan gül yaprakları saçılır gibi.
 “Bugün işin var mı?”
 “Yok.”
 “Öyleyse seninle tiyatroya gidelim mi? Taşkent’te dünyanın en güzel tiyatro binalarından biri var. İkinci dünya savaşı sırasında her inşaat durduğu halde Ruslar tarafından tamamlanmış. Muhteşem bir sahnesi var, atlar dolaşabiliyor.”
 Bu ani değişikliğin sebebini düşünmeden, ne anlama geldiğini aklımdan geçirmeden, hediye almış fukara bayram çocuğu gibi atıldım:
 “Gideriz tabii. Niye giymeyelim? Hemen hazırlanayım…”
 “Teşekkür ederim, tatlı adam! Güzel giyin ha! Sana çok yakışan lacivert gömleğini giy. Altına da kot pantolon.”
 Vay, bir de tatlı adam olduk… Masallardaki gibi parmağımı ısırsam mı acaba, rüyada mıyım diye?
 Yarım saat sonra meşhur Taşkent Metrosundaydık. Çiçekli, mor bir bluz giymişti, onun altında da kot pantolon vardı. Bluzunu gösterdi, “Senin paranla aldım, yakışmış mı?” diye sordu.
 Ne oldu bu kıza böyle? Saksı düşmüş olamaz. Çünkü hiç saksı görmedim yakınlarda.
 …
 Tiyatro kapalıydı. Tamirdeymiş. “Olsun” dedi, “Karnım acıktı, seni güzel bir yere götüreceğim. Özbek pilava yeriz. Şaşlık yeriz, çay içeriz. Paralar benden. Ama akşam yemeği senden… Canlı müzik yapılan çok güzel bir restoran biliyorum, beni oraya götür, eğlenelim…”
 “Elbette Natalya, elbette…”
 O gün sadece onun istediği Saraton Restorana değil, başka başka yerlere de gittik. Güzel yerlere, dondurmacıya, lunaparka… Söylemesi ayıp belki ama bir ara el ele bile tutuştuk. Hani derler ya, çocuklar gibi şen olduk…
 Meğer ne kadar hasretmişim bir kadının elini tutmaya. Sahi, ben Türkiye’de iken sokakta eşimin elini tutar mıydım? Bilmem! Hatırlamıyorum. Tutmamışsam ne kabalık!
 Gece yarısına doğru geldik eve. Evimize mi yoksa? Natalya odasına geçti hemen ve hiç görünmedi, sesi çıkmadı.
 Ertesi günü bir telefon, acele İstanbul’a çağırıyorlardı beni. Kore’de kumaş fabrikasında siparişler gecikmiş. Yerinde görmem lazımmış ne olup bittiğini. O akşama bilet aldım ve Türkiye’ye uçtum. Mecburdum çünkü bugün gitmezsen sonraki uçak üç gün sonra. Patron keser beni…
 İnanmayacaksınız, ağlaşarak ayrıldık. Natalya ağladı resmen. “Merak etme” dedim, “On gün sonra yine buradayım.” Bir şey demedi. İçini çekmekle yetindi.
 Gerçekten 10 gün sonra yine Taşkent’te idim. Telefon vardı evinde ama bozuk mu neydi hiç konuşamadık gelmeden önce. Doğru eve gittim. Kendi anahtarımla açmak istedim kapıyı, açılmadı. Komşunun ziline bastım.
 “Üç gün önce bütün eşyasını topladı, çoğunu sattı, Rusya’ya ablasının yanına gitti. Orada yaşayacakmış, iş de bulmuş galiba” dedi. Ev de onun değilmiş, kiraymış.
 Evin sallandığını, sonra büyük gürültüyle yıkıldığını hissettim. Beynim boşaldı, ne varsa uçtu gitti. 
(15.09.2015) H. GÖKÇE

Bu yazı 702 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar