İLK TRAFİK KAZAM: KANLAR İÇİNDE YATAN KARDEŞİMDİ
Reklam
Reklam
Hüseyin Gökçe

Hüseyin Gökçe

SIRASI GELDİKÇE

İLK TRAFİK KAZAM: KANLAR İÇİNDE YATAN KARDEŞİMDİ

17 Mayıs 2020 - 02:38

Yaşanmış Pazar Hikâyeleri / 7 

Böyle bir Ramazandı. Güzdü. Anneciğimin akşamdan hazırladığı hoşafların sahura kalktığımızda soğuktan donduğu yıllar değildi. Yanılmıyorsam 1971.
Okullar yeni açılmıştı. Babacığım Almanya’da. Annem ve kardeşim Ümmü Sultan ile Ramazan ayını yaşıyorduk.  Buruk, biraz da yoksulduk; babamız Almanya’ya işçi gitmişti; ne iş yaptığını, ne kazandığını tam bilmiyor, düzenli haber alamıyorduk. Ben 17,  kardeşim 13 yaşında. Aynı okula gidiyorduk. Her gün yürüyerek… 

35’ini süren anneciğimin başını kaldırmadan yeni yetme kızlar için gece gündüz yaptığı çeyizlerin parasıyla ayakta durmaya çalışıyorduk. Okula giden iki çocuk-la birlikte bir evi evirip çevirmek zordu. Ramazan’da bile iki farklı yemek yediğimiz günler sayılıydı. Buna rağmen üçümüz de mutlu, huzurluyduk, Ramazan’ı en güzel şekilde yaşamaya gayretliydik.

O günü hiç ama hiç unutmuyorum. Cumartesi idi, yarım gün okul vardı… Okul çıkışında kaldırımsız yolda giderken “Birine motosiklet çarptı!” diye bağırışlar oldu. Herkes gibi ben de biriken kalabalığı doğru koştum. 

Yerde yatan kardeşimdi… Ağzından ince bir kan sızmıştı; baygın,  başı  yana  düşmüş  asfaltın kenarında toprakta yatıyordu öylece.

Ne yapacağımı bilemedim, elim ayağım karıştı.

Bağırdım mı ağladım mı hatırlamıyorum… Öylece donakalmıştım… 

Az sonra ambulans geldi, şaşkın bakışlarım arasında kardeşimi hastaneye götürdü. Kardeşimle hastaneye gitmek yerine anneme haber vermek için koşa koşa eve gitmeyi tercih ettim nedense. Eve ulaştığımda annem bahçe-deki ocağın başında, bir eliyle odun ateşinin üzerindeki tencereyi karıştırırken öteki eliyle kanaviçe kasnağını tutuyordu. 

Durumunu haber verince öyle bir ah çekti ki, düşüp ölecek diye ödüm koptu. Bereket, kendini toparladı ve hastaneye doğru beraberce seyirtmeye başladık. Tabii tabana kuvvet… 3-4 kilometrelik yol…

Kardeşimin durumu korktuğumuz kadar değildi. Bir gece yatsa yarın taburcu olurdu. Anneciğim yanında geceleyecekti. Osmanlı’dan kalma bu tarihi “Memleket Hastanesi”nde annemin kötü anıları olduğunu bilirdim. Onlarca defa, tek başına beni getirmişti küçük çocukken. Hele, “Gazoz kapağından sana su içirmiştim, başka bir kap bulamayınca” diye anlatışı fazlasıyla içimi acıtırdı.

“Sen git oğlum eve” dedi. “İftara az kaldı, güzel yemek yaptım, karnını doyur, ocağın üstünde kaldı, hâlâ sıcaktır.”
Hastaneden çıktıktan on dakika sonra akşam ezanı okunmaya başladı. İftara yetişme telaşındaydı insanlar. Yakındaki camiye yöneldim. Açlık hissetmiyordum. Orucumu açmak aklıma gelmedi. Abdest aldım. Caminin içinde hurma ve su dağıtılıyordu, sadece bir hurma aldım. Namazdan sonra hızla boşaldı cami, insanlar evlerine gitmekte acele ediyordu. Bense tam tersi yavaş davranıyordum. Bekliyordum ki, birinin dikkatini çeksin halim ve “Ne derdin var?” desin.

Soran, yüzüme bakan olmadı. İsteksizce evin yolunu tuttum.
Hava kararmıştı. Kilitlemeden çıktığım evimizin bahçe kapısını ve tek ampullü ışığını açtım. Aklıma annemin dedikleri geldi, bahçedeki tencerenin yanına gittim. Kapağını kaldırdım; gerçekten yemek hala sıcaktı. Belli ki altındaki közler yeni sönmüştü. Yakından bakınca çok sevdiğim “Gök domates yemeği” olduğunu anladım. Bizden başka evlerde pişirilmeyen bir yemekti. Ermemiş ve pazarda ucuza satılan domateslerden yapılırdı. Hafif mayhoş tadını severdik ailecek. Ancak bu akşam hiç yiyesim yoktu.

Tencerenin içine baktıkça anneciğimin yüzünü ve ellerini görüyordum orada. Gerçekten… O zaman ağlama tutuyordu beni. Ağlıyordum, ağlıyordum… Sonra kardeşim Ümmüsultan geliyordu aklıma. Sonra babam… Tekrar an-nem… Yine ağlıyordum…

İnsan buydu işte; sahurdan iftara ya da iftardan sahura bir ömürcük! Kısacık… Hatta daha da kısa… Umutları, beklentileri ne kadar uzun olursa olsun.

Sahura da kalkmadım o gece.
Öğle vakti annem ve kardeşim eve geldi. Çok sevin-dim tabii.
Gök domates yemeğini hep beraber iftarda yedik bir günlük gecikmeyle. Tencere hala sıcaktı… Yemek de pek güzeldi doğrusu. 

Yaşamak güzeldi. Sağlıklı olmak büyük mutluluktu. Hele Ramazan’da olmak daha da güzeldi.
Faruk Nafiz Çamlıbel ne güzel dile getirmiş:

“Varsın seni ömrünce azabın kolu sarsın. 
Şair! Sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın.” 

Ramazan ayı silebiliyordu üzüntüleri. Yeter ki ömrün olsun, yaşamaya devam et… > HÜSEYİN GÖKÇE

Bu yazı 1118 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar