Reklam

DUYGU VE DÜŞÜNCEDE  AHMET CEVAT ve MEHMET AKİF ERSOY                                               

Eğitimci Yazar Kenan Güzel Bey'in " DUYGU VE DÜŞÜNCEDE                                                                                                                                                              AHMET CEVAT ve MEHMET AKİF ERSOY                                                                                  BENZERLİĞİ" başlıklı makalesini siz değerli okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

DUYGU VE DÜŞÜNCEDE  AHMET CEVAT ve MEHMET AKİF ERSOY                                               

Eğitimci Yazar Kenan Güzel Bey'in " DUYGU VE DÜŞÜNCEDE                                                                                                                                                              AHMET CEVAT ve MEHMET AKİF ERSOY                                                                                  BENZERLİĞİ" başlıklı makalesini siz değerli okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

DUYGU VE DÜŞÜNCEDE  AHMET CEVAT ve MEHMET AKİF ERSOY                                               
20 Aralık 2022 - 16:11


 
 
Azerbaycan’ın milli şairi Ahmet Cevat ve Türkiye’nin milli şairi Mehmet Akif Ersoy, yaşadıkları dönem itibarıyla aynı acılara, aynı sıkıntılara maruz kalmış iki çilekeş şairimizdir. Millet olarak yaklaşık bir asırdır birbirlerinden koparılmış olan Türk halkları, yaşanan milli hafıza kaybına rağmen, ceberut sistemlere karşı dimdik ayakta kalmaya muvaffak olmuş, milli duygu ve düşünceyi şair ve yazarlarıyla muhafaza etmeyi başarmışlardır.
Türk halklarının birbirinden koparıldıkları sarsıntılı bir dönemde, köküne yabancılaştırılma, duygu ve düşüncedeki dalgalanmalar belli oranda bu şairlerimizin gönül sahillerine yanaşarak durdurulmuştur. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda, gönülleri millet için bir liman mahiyetinde olan bu iki nadide insanın, farklı coğrafyalarda yaşamalarına rağmen, aynı duygu ve düşünceyi, aynı çile ve ızdırabı paylaştıklarına şahit olacaksınız.  
Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Milli İstiklal Şairi Ahmet Cevat 1892 yılında Şemkir ilinin Seyfeli köyünde dünyaya geldi. Annesi Yahşi hanım, babası imam Muhammed Ali’dir.  Ahmet Cevat, ilk tahsilini Gence medresesinde tamamladıktan sonra, Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri alır. Daha sonra tahsilinin bir bölümünü de İstanbul'da tamamlayarak daha o yıllarda Anadolu ile gönül köprülerini kuvvetlendirir. Babasının manevi atmosferinde yetişen Cevat, çocuk denebilecek yaşlarda babasını kaybeder.  Rus işgaline karşı amansız bir mücadele veren bu büyük şahsiyet, ömrünün büyük bir kısmını öğretmenlikle geçirir. Daha sonra bu meslekten ayrılmak zorunda kalır ve milletine hizmet için hayır cemiyetleri kurarak mücadelesine devam eder. Bu cemiyetler sayesinde kurtuluş mücadelesi veren Türkiye insanının da yardıma koşar ve bizzat balkan savaşlarında ordumuz içerisinde bir nefer gibi savaşır. Yaptığı bu faaliyetler Rus emperyalizminin hoşuna gitmez ve Türkçülükle suçlanarak defalarca zindana atılır, akla hayale gelmeyen iftiralara maruz bırakılarak zindanlara atılır. Bu tutuklamalardan bir sonuç alamayan Ruslar, Ahmet Cevat’ın ailesini parçalamakla bir sonuç alacağını zanneder. Hemen harekete geçilir ve küçük yaştaki çocukları yetiştirme yurtlarına, hanımı da 8 yıl sürecek Kazakistan sürgününe gönderilerek aile parçalanır. Ahmet Cevat hala dimdik ayaktadır ve mücadelesinden asla vazgeçmez. Ceberut zihniyet sonunda Hak haykıran o sesi 1937 yılında Bakü zindanlarında kurşuna dizerek keser. Bununla da yetinmeyen zalimler, onun bedenini milletinden gizler. Ne acıdır ki,  Ahmet Cevat'ın mezarının nerde olduğu ile alakalı hala hiçbir bilgi bulunmamakta ve nesli onu mezarı başında bir fatiha ile anamamaktadır.
           
Duygu ve Düşüncede Birlik
Uzun yıllardan beri ayrı kaldığımız kanı bir, canı bir, dili bir Azerbaycan ile diğer sahalarda olduğu gibi edebiyat alanında da tam bir dayanışma içinde olamadık. Bu alanda ne Türkiye tarafı ne de Azerbaycan tarafı yeteri kadar birbirlerini bilmiyor ve tanımıyorlar. Bu problemin acilen ortadan kaldırılması için üniversitelerimizde araştırma yapan genç akademisyenler bu sahalara yönlendirilmeli;  iki kardeş halkın özellikle edebiyatını ve edebi şahsiyetlerini uzun bir dağınıklıktan sonra, milli birlik ve beraberlik bağıyla bir gerdanlık misali tekrar boynumuza asmanın yolları aranmalıdır.
Aslında Türkiye halkı Ahmet Cevat’a hiçte yabancı değildir. Bilerek veya bilmeyerek yıllardır onun yazdığı bir şiirin nağmeleri kulaklarında inlemektedir.
           
 ''Çırpınırdı Karadeniz
   Bakıp Türk'ün bayrağına,
   Ah diyordun hiç ölmezdim,
   Düşebilsem toprağına'' 
 Osmanlı devletinin 1. dünya savaşına girdiği yıllarda kaleme aldığı bu şiir, Türk milletinin kulaklarında çınlamasına rağmen, belki de çoğumuz bu şiirin Ahmet Cevat'ın olduğunu ve bizim necip soyumuz için yazıldığını bilmiyorduk. Dünya bizim duygumuzu, vefamızı, sadakatimizi, hoşgörümüzü bu insanlar sayesinde tanımasına rağmen ne acıdır ki, hayatımıza hayat katan bu şahsiyetler zamanla sinelerimizden silinerek bizlere unutturuldu ve ya unutturulmaya çalışıldı.
 
Zor Geçen Yıllar
Azerbaycan ve Türkiye için 1900-1917 Yılları arasındaki dönem önemli bir zaman dilimini teşkil etmektedir. Çünkü Ahmet Cevat ve Mehmet Akif Ersoy’un asıl mücadelesi bu dönemde başlar.   Bu dönemde Türk halkları vatana ve millete hizmet etmenin milli-manevi değerlere bağlılıktan geçtiğine inanmasına rağmen, bazı güçler milletimizi ayakta tutan bu dinamikleri çok iyi tahlil etmiş, saldırısını o hassas yönden gerçekleştirme çabasına girmiştir. Bundan dolayıdır ki,  bu iki vatan şairi hayat dantelasını bu hassas değerler etrafında örmeye özen gösterdiklerinden dolayı sürekli düşmanların hedefinde olmuşlardı.
Bu iki şairimizin benzerlikleri daha çocukluk dönemlerinden başlar. Ahmet Cevat 8 yaşındayken, Mehmet Akif 12 yaşındayken manevi dinamikleri olan babalarını kaybederler. Artık Ahmet'te, Akif''te hayatlarının bundan sonraki dönemlerini kendi ayaklarının üzerine durmak için büyük bir gayret sarfetmekle geçireceklerdi.  
1910-1930 yılları arasında hem Azerbaycan topraklarında, hem de Türkiye topraklarında milli mücadelenin ve millileşme sancılarının yaşandığı yıllardı.  Azerbaycan'da kurulan ilk Demokratik Türk Cumhuriyeti’nin yıkılması ve akabinde Sovyet hakimiyetinin kurulması; Türkiye'de Osmanlı Devletinin yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması gibi mühim hadiseler gerçekleşiyordu.
Milli şairlerimizin yaşadığı bu dönem aynı zamanda millet olarak ta değişik kültürlerin istilasının arttığı bir dönemdir. Bu dönemde yabancılaştırılmanın amansız paletleri altında ezilen insanımız, akla hayale gelmeyen oyunlara maruz bırakılmıştı. 
 Hem Mehmet Akif,  hem de Ahmet Cevat  bu mücadelede kendi duygu ve düşünce ufuklarını aydınlatırken, yalaka çağdaşları tarafından zaman zaman dışlanıyor, ağıza alınmayacak hakaretlere maruz bırakılıyorlardı. Mehmet Akif Ersoy kendi ruh dünyasında sıkıntılı bir hayat yaşarken, Ahmet Cevat'ta ondan farklı bir hayat sürmüyordu. O, kendi köküne yabancılaştırılmış insanların vefasızlığı karşısında  Rus devletinin hedef tahtasında yerini alıyordu. Rus sevgisi yerine yüreğindeki Türkiye sevdasını çekemeyen bazı yalakalar,  şiirlerinin Türkiye'de basılmasını kıskanıyor, hatta bazı yandaş gazetelerde şiirleriyel Ahmet Cevat’ı yerden yere vuruyorlardı.                                                                                                            
‘’Şiirlerine avuş açtı Türkiye Ahmet Cevat'ın,                                                                                                                               Sahtekarlığı ayan oldu cümleye Ahmet Cevat'ın’’
 
Evet, o dönemlerde vatan ve milletinin HAKK haykıran sesi olanlar  müthiş bir algı operasyonuna maruz bırakılıyor, milletin gözünde mahkum edilmek isteniyordu. O güne kadar ağza alınmayacak sözler, akla hayale gelmeyen ve şeytanları utandıracak iftiralar ilk defa görücüye çıkıyordu. Bir yandan yeniliklere açık olmak, diğer taraftan dışarıdan gelen baskılara, zorluklara, zorbalıklara aldırmadan milli manevi değerlerine bağlı kalarak yoluna devam etmek elbette çok zordu. Bu nazenin insanlar gözleri önünde cehalet ateşiyle yanan vatan evlatları karşısında inim inim inliyor,  adeta bir itfaiye memuru gibi alevlerin üzerine su yerine göz yaşlarıyla koşuyordu. Onlar yaşadıkları hayat boyunca hiçbir millete silah doğrultmadı, kimseye kötülük planlamadı ve kumpas kurmadılar. Çünkü onların topu, tankı, silahı, mermisi yoktu. Çünkü onların insanlık ve milletimiz adına sevgiyle şahlanmış iman dolu sineleri, merhamet deryası gibi çağlayan gönülleri vardı.
 
Onlar Rahat Nedir Bilmiyorlardı
Rahat yaşamayı, düşmanın karşısında eğilmeyi kendileri için bir döneklik, milletine karşı da bir vefasızlık sayan bu insanlar, düşman karşısında eğilmektense diz üstü sürünüp gitmeyi kendilerine şeref atfediyorlardı.  '' Siz kim oluyorsunuz? vatanı milleti savunmak size mi düştü? '' diyerek üzerlerine hücum edenlere Ahmet Cevat;
                            ‘’ Soranlara ben bu yurdum,
 Anlatayım nesiyem
Ben çiğnenen bir ülkenin
“HAKK” bağıran sesiyem.’’ 
 diye cevap veriyordu. Gönülleri toplu vurmuştu, onları toplar, sürgünler, zindanlar, işkenceler, iftiralar ve algı operasyonları asla sindirememişti. Yolların geçit vermez olduğu, etrafındakilerin bir bir dağıldığı, dostların düşmanlarla anlaşıp gittiği günlerde onların çile ve ızdırapları da amansız bir hal alıyor, ortamın öldürücü atmosferi onların gönül pusulalarını alt-üst ediyordu.
         Güneş kaybolmuş, bulutlar yağmur vermez, bahçeler amansız bir hazana maruz kalmaya başladığı bir hengamda Ahmet Cevat kendinden geçiyor, ''Of Bu Yol'' şiiriyle ızdırabını şöyle dile getiriyordu.
            '' Ey Allah'ım yanılttın, her bir doğru adımı,
            Yoksa, yoksul dünyadan, adaletin kalktı mı?
             Ey dinlinin dinsizin, inandığı son kuvvet,
            Kalmadı mı? sende de, insanlara merhamet.’’
                     Görüldüğü gibi Ahmet Cevat bu dizileriyle  belki de günah  işliyordu ama, etrafındaki dostların vefasızlığına, insanların bir meyyit haline gelişine yanıyor, ruhu hadiseler mengenesinde ezildikçe eziliyordu. Kafkas yamaçlarından bu sesler yükselirken, aynı duygu ve düşünce ve aynı çile ve ızdırabı  yaşayan  Anadolu'dan farklı bir sesin yükselmesi düşünülemezdi. Aynı dertten muzdarıp olan Akif ‘te Ahmet Cevat’ın sesine aynı  perdeden cevap veriyordu.
  '' Ya Rabb! bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?   
   Mahşerde mi bi çarelerin, yoksa felahı!
   Nur istiyoruz... Sen bize yangın gönderiyorsun!
  'Yandık' diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun.!
     .............................................................................
    Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi ?
     Ağzım kurusun.... Yok musun ey adl-i İlahi?
 
            Cehalet Girmeden Bir Millete…
            Eskiye ait ne varsa düşünülmeden bir kenara bırakılmış, yeniliklerin hiç bir analize tabi tutulmadan kabul edilmiş olması, soyumuzun şarkısını terennüm eden şairlerimizi bir hafakan helezonuna itiyordu. Cahil bir milletin milli ve manevi değerlerini uzun süre koruyamayacağı, zamanla bu duyguların dumura uğrayıp yok olacağını, hatta böyle bir milletin de kendi ayakları üzerinde uzun süre kalamayacağını anlatmaya çalışıyorlardı. Ahmet Cevat halkın vurdum duymazlığını şu mısralarıyla dile getiriyordu.
 
‘’Ey kardaşlar ! Bir zamanlar ilimsizlik dumanı,
 Cehaletin kor pençesi kaplamıştı her yanı.
Kur'an nedir? anlamadık,
Vatan nedir? bilmedik.
Karşımızda yetimlerin göz yaşını silmedik.
Ağlanacak bir hal idi, kendimizde görürdük,
Dilimizin, dinimizin gitmesine gülürdük.''
 
Mehmet Akif’ bu sese;
 
'' Görürsün hissedersin varsa vicdanında imanın,
Ne müthiş bir kahramanlık çarpıyor göğsünde Kur'anın.
O vicdan nerdedir lakin? O iman kimde var? Yazık!
Ne olmuş bende bilmem, pek karanlık şimdi duygular!
O iman çok az olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdim böyle horlanmış halde!
diyerek ses veriyordu.
 
            Memleketin içinde olduğu bu durum iki insanı da içinden çıkılmaz biz hüzne boğmuştu. Adeta haksızlık karşısında bütün diller susmuş, susturulmuş veya yandaş hale getirilmişti. Duygu ve düşüncedeki bu erozyon hali onların bu hüznünü daha da derinleştiriyordu.
'' Bir gül ektim açılmadan derdiler.
Zahmetinden bana bir diken kaldı.
Emek çektim, gün geçirdim, gül ektim.
Emeğimden solgun bir fidan kaldı.
Söylediğim boş söz, döktüğüm kan-yaş.
Hakkıma kim isen, el vurma kardaş.
Yavaş ki, derdime ağlayan kardaş,
Yerinde arkamda bir düşman kaldı.’’
           
Mehmet Akif, aynı duyguyla meramını şöyle ifade ediyordu.
                       
'' Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslam’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım.
Haykır! Kime, lakin? Hani sahipleri yurdun?’’
Ellerdi yatanlar, sağa baktım sola baktım;
Feryadımı artık boğarak, na'şını tuttum.
Bin parça edip şiirime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vadiyi eminim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler ''Safahat''ımdaki hüsran bile sessiz.''
 
            Asırlardır Müslümanlığın yaşandığı bu topraklar düşmanların ayakları altında mı ezilecek, çan sesleriyle mi inleyecekti? Ezanlar susturulup, gönüller kasvet bağlayıp, dostlar düşmanlarla anlaşıp gidecekler miydi? İşte bu durum karşısında Ahmet Cevat;
'' Kimdir? bizim minarede ezanları susturanlar,
Doğru yola sapma deyip, kanla irin kusturanlar,
Kimler böyle perde çekti, bizim bu minarelere,
''Karı'' diye hitap etti, Türkistan'da yiğitlere.
Tekmeleyip Türkistan'ın eğilmeyen başlarını,
Kimler çaldı? babamızın eski mezar taşlarını.''
 
Mehmet Akif;
'' Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta afakı.
Yazık: Şark'ın semasında Hilal'in geçti işrakı!
Zaman artık Salib'in devr-i istilası, ilhakı.
Fakat yerlerde kalmış hakların ferda-yı ihkakı.''
 
            Yukarıdaki dizelere bakıldığında duygu ve düşüncede kelimelerin farklılığı ve farklı dizilişinden başka bir fark görülemeyecektir. Zaten yaşadıkları hayat itibari ile de birbirlerine çok benzemektedirler. Ahmet Cevat; '' SSCB Askeri mahkemesi heyetinin ona ittiham ettikleri en büyük suç, devlete karşı çıkmak ve Türk milliyetçiliği yapmaktı. Bunun yanında başka terör teşkilatlarıyla bir olup devlet kurmakta bu suça ilave ediliyordu. Son duruşmada onu müdafaa edecek hiç bir avukat verilmemiş, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak, mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karara esasen 13 Ekim 1937 yılında  'vatan hainliği'  suçundan Bakü'de kurşuna dizilerek idam edilmiştir.''
            Ne acıdır ki, ömrünü vatanı için harcayan bir insana reva görülen suç 'Vatan Hainliği'' idi. Akif, vefat ettiğinde yine başucunda kendi duygu ve düşüncesini paylaşan bir kaç yiğit insan bulabilmişti. Üzerine uğrunda her şeyini feda ettiği bir bayrak sarılarak omuzlarda büyük bir gururla taşınmış ve defnedilmişti. Maalesef Ahmet Cevat bunların hiç birini yaşayamadan sevdiklerinden ayrılmıştı. Hanımı Kazakistan’da insanın kanını donduracak işkencelerle inim inim inlerken, çocukları yetimhanelere dağıtılmış, hanımı yıllar sonra döndüğünde yetimhanedeki çocuğuna anası olduğunu bile kabul ettirememişti.
            Ardından kocasını aradı yıllarca. Belki bir fatiha okumak için bir mezar gösterirler diye ümit etmişti. O da olmadı  ve olmayacaktı.   Bunca yıl geçmesine rağmen,  Ahmet Cevat'ın kabrinin nerede olduğu hala bilinmiyor.  İşte bugün Mehmet Akif Ersoy’un kabri başına güllerle giden genç nesli ona fatiha okuyarak teselli oluyor ama, Ahmet Cevat’a bu bile çok görüldü. Genç nesli tarafından başında bir fatiha bile okunamaması o büyük şahsiyet için çok acı olsa gerek.  
 Bugün hiç kimse evlatlarına Yezit adını koymuyor. Hz. Hüseyin (ra)’e akla hayale gelmeyen zalimlikleri yapanların bugün isimleri bile şeytanları çağrıştırıyor ve lanetle anılırken; Akifler, Ahmetler, Hüseyinler gurularla kuşaktan kuşağa devam ediyor. Çünkü onların yattıkları yer toprak değil, milletinin gönülleridir.
 
Kenan GÜZEL
Eğitimci-Yazar
 
           
           
 

Bu haber 1166 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum