YURTDIŞI ANILARIM, FRANSIZ DUASI, GAZETELERİMİZ, ENVER ÖREN…
Reklam
Hüseyin Gökçe

Hüseyin Gökçe

SIRASI GELDİKÇE

YURTDIŞI ANILARIM, FRANSIZ DUASI, GAZETELERİMİZ, ENVER ÖREN…

19 Ocak 2021 - 12:30


Her SALI Unutulmaz BİR ANI / 11

Eskiden beri merak ederdim Paris hayatını. Çünkü Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet aydınlarının hem sığınağı hem ilham kaynağı olmuş dünya başkentlerinden biri. Nasip oldu, değişik aralıklarla altı ay Avrupa’nın bu en çekici metropolünde yaşadım; evimiz, iş yerimiz, değişik milletlerden çalışanımız vardı. Hepi topu altı ay ama oldukça yoğun. Görüp yaşadığım 50’den fazla ülke içinde Batı’da en sevdiğim Fransa, Doğu’da Özbekistan oldu. Fransa’da nezaket, Özbekistan’da dostluk öne çıkıyor.

Paris’te bulunuş nedenim büyük bir hazırgiyim firmasının toptan satış işini organize etmek. İki ayrı zamanda, iki ayrı Türk firmasında çalıştım. İşveren veya yönetici konumundaydım. 1987-1991 yılları. Firmada 10 -15 kişi kadardık... Türkler, Ermeniler ve Fransızlar. Kabullenmesi, ifadesi hem zor hem ayıp ama Türk çalışanlardan çok Ermeni ve Fransızlardan hayır gördük genelde. Anlatıp sıkmayayım canınızı. Lojman olarak kullandığımız apartman katında Türkiye’den giden Ermeni aileler de vardı, Ramazan’da bize yemek taşırlardı. Sadece iftarda değil, sahurda bile… İşinde de iyi ve saygılıydılar. Geçelim… Süleyman Acar, Mehmet Özen gibi mükemmel mesai arkadaşlarımızı unutamam.

Bir gün dönemin Süper Valisi H.K. çıkageldi firmamıza. “Türk Büyükelçiliği verdi isminizi” dedi, “Özel görevle geldim, birkaç gün misafiriniz olabilir miyim?” Bizi uygun görmüşler. Milli görevdir dedik, buyur ettik.
1998'de, Cumhurbaşkanı Demirel ve heyetle de gittim Fransa'ya.

BİR FRANSIZ’IN OLAĞANÜSTÜ DUASI

İşyerinde namaz kıldığımı gören Fransız sekreterimiz, ömrüm boyunca unutamayacağım şu olayı anlattı bize:
“Aile olarak Ateist idik, hiçbir dine inanmazdık... Babam polisti. Beş yaşında bir oğlan kardeşim vardı ve hâlâ adım atamıyor, yürüyemiyordu. Götürmediğimiz hastane doktor kalmadı. Ayağa kalkıyor, iki adım sonra yere düşüyordu. Filan yerde ünlü bir papazdan bahsettiler, götürün okutun geçer, dediler. Dini konularla ilgimiz olmadığından itibar etmedik. Kardeşimin yere kapaklandığı bir gün, ‘haydi gidiyoruz’ dedi babam, ‘dua okutalım, başka çare kalmadı.’ Gittik. Papaz kardeşimi okudu. Sonra bize, ‘bir dua vereceğim, 24 saat hiç aralıksız bu duayı okuyacaksınız. Yakınlarınızı çağırın evde aralıksız okusunlar çocuğa.’ En yakınlarımızı çağırdık ve 24 saat, dakika sektirmeden duayı okuduk. 24 saatin sonunda kardeşim yürümeye başladı. Bizim için tam bir mucizeydi. O günden sonra tüm aile iyi bir Hıristiyan olmaya karar verdik ve bütün dindarları sevmeye başladık. Sizleri de namaz kılarken görünce içim bir hoş oldu.”
Gerçekten şirketimizi ve bizi çok benimsedi, sahip çıktı. Bahçeli, içine TIR girebilen müstakil bir yerdi işyerimiz. Kaldırımın kenarındaydı. Sıkça kaldırımı siler süpürürdük.

Yine böyle temizlikten sonra bir Fransız kadının köpeği tam kapının önüne kakasını yapmasın mı! Bizim arkadaş Türkçe söyleniyor. Kendine ve köpeğine kötü laflar edildiğini anlayan kadın şikayetçi oluyor. Polis geliyor. “Fransa gelişmiş bir ülkedir; kaldırım pislendiyse belediyeye telefon edersin, gelir temizlerler. Kadın sizden şikâyetçi, karakola geleceksiniz” diyor. Arkadaş ne dediyse vazgeçiremiyor. Bizim sekreter sesleri işitince dışarı çıkıyor. Babasının da polis olduğunu belirterek o kadar güzel şeyler söylüyor ki bizler için, şikayetinden vazgeçiyor köpeğin sahibi.

Bu sekreter bizi evine akşam yemeğine davet etti. “Aileme sizi çok övdüm, yemeğe bekliyoruz.” Tamam dedik. Akşam oldu, çıkıyoruz “Otomobilin önüne geç otur, bize yol göster” dedik. “İmkansız” dedi, “Ben yolu bilmiyorum.” “Evinin yolunu bilmiyor musun?” “Bilmiyorum tabii. Her gün metroyla işe gelip gidiyorum, otomobil yolunu bilmem.” Hayda! Serdik önümüze Paris haritasını, şurası burası derken evi tespit ettik ve elimizle koymuş gibi bulduk.

Bizim kız hayretler içinde, daha önce hiç gitmediğimiz bir evi kimseye sormadan nasıl bulduk diye. Orta Asya’nın bağrından kopup Avrupa’nın dibini mesken tutan, üç kıtada at oynatan bir milletin çocukları için Paris’te adres bulmak ne ki! Eve varır varmaz çığlık atar gibi babasına seslendi:
“Baba, bu Türkler müthiş! Evimizi tarif edemedim ama kimseye sormadan şıp diye buldular!”
Sekreterimiz son derece düzenli, tutumluydu. Her gün evinden getirirdi yemeğini. (Zaten orada şirket yemeği diye bir şey yok. Herkes başının çaresine bakıyor.) İlk zamanlar bir dilim elma bile vermezdi bize ama ona her şeyi verirdik. Zamanla ikramı öğrendi. Bir gün beni İtalyan lokantasına götürdü. Yolda dedi: “Mösyö Hüseyin, lütfen Türk gibi davran, Fransızlar gibi kendini kasma! Carta Blu (Bütün Fransızların kullandığı, gelirlerinin toplandığı resmi banka kartı) dolu, istediğin kadar ye!”

TÜRK İZLERİ VE TİCARİ REFERANS SİSTEMİ

Paris’te büyük bulvar ve caddelerin kenarlarında atkestanesi yani yabanî kestane ağaçları yükselir. İstanbul’dan getirip dikmişler.
Paris’in eski semtlerindeki kafelerdeki alaturka tuvaletler de dikkatinizi çeker. Bazı yerlerde bunlar hâlâ kullanılır. Bu kafelerde Yahya Kemal, Abidin Dino gibi ünlü sanatçılar vakit geçirmiş. Yaşlı Fransız garsonlar hâlâ anlatırlar.
Ticaret hayatıyla ilgili bir önemli not:
1980’lerin ortalarında bile ilginç bir uygulama… Paris’te firma sahibi olduğunuz zaman size bir bilgisayar veriyorlar Orada istediğiniz firmanın mali durumunu, batağını kaçağını görüyorsunuz. Maliye Bakanlığı’nın kontrolünde bilgiler. Belediye cezaları bile orada. Satışlarda çok işinize yarıyor. Her şey devletin denetiminde.
Fransa’da bizdekine çok benzeyen açık semt pazarları var. Bazı arkadaşlar satış yapıyor. Birisi, oralarda kazandığı parayı bankadaki hesabına yatırmak istiyor. Bankadaki görevli bu parayı nerden buldun diyor.
Bizimki pazarcılık yaptım dese izni yok! “İşyeri başarı primi verdi” diyor. Bankacı ekrana bakıyor, “Bu mümkün değil, iş sözleşmenizde prim alacağınız yazılı değil.”
Arkadaş anlıyor ki, parayı hesabına yatıramayacak, hatta kaynağını gösteremeyeceği için para elinden alınacak, hemen bankadan sıvışıyor. Düşünün, bundan 35 yıl önceki sistem bu, her şey kontrollü, tıkır tıkır.
70-80 kişilik sinemaları tek kişi işletiyor, başka çalışan yok! Sorun da şikâyet de! Gece 12 oldu mu evlerin ışıkları söner, herkes doğru uykuya! Yatmayanlar sadece bizler, Araplar, Uzakdoğulular, Yunanlılar, Hintliler filan…
BİR YILBAŞI GECESİ VE MUSEVİ UYANIKLIĞI

1987 senesinin son günü, 1988 başlıyor. Paris’te beraber çalıştığımız, aynı evi paylaştığımız Süleyman Acar Bey’le 7/24 beraberiz. Harika insan. Doç. Dr., ekonomist. Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Prof. Said Yazıcıoğlu ile mastırını Fransa’da, aynı evde yapmış, Fransızcası mükemmel. Benden beş yaş büyük olmasına rağmen nazımı çeker, yemek yapar, kendi ayakkabısını boyarken her gün benimkilerini de boyar. Kaliteli, olgun ve mütevazı. 2014’te kaybettik maalesef.
Yeni yıla Paris’in en ünlü caddesi Şanzelize’de girelim diye tutturdum, şamataları görecektim. Kabul etti. Büyük bir kafede oturduk, biraz eğlendik.
Ondan beş gün önce de dünyanın en ünlü kiliselerinden Sacre Coeur’e gitmiştik. Bin kişi başpapazı dinliyordu can kulağıyla. Papazın ağzından Türkiye, Hindistan ve İran kelimeleri döküldü. Süleyman abiye fısıldadım, “Ne diyor?” Türkiye’de, Hindistan’da ve İran’da Hıristiyan kardeşlerimiz baskı altında, diyormuş.
Kontrolsüz bir heyecanla hemen ayağa fırladım, Türkçe “Başka ülkeleri bilmem ama Türkiye’de asla Hıristiyanlara baskı yok, çok rahatlar!” diye bağırdım.
Başlar bana döndü, sessizlik oldu. Ne dediğimi anlamadılar tabii. Başpapaz “birisi tercüme etsin mösyönün söylediklerini” dedi. Süleyman Bey tercüme etti.
Başpapaz, kendine böyle bir bilgi ulaştığını, doğru değilse özür dilediğini söyledi. Ortaya konan olgunluk ve hoşgörü şaşırtıcıydı. Salondan atarlar beni diye düşünürken papazın olgunluğu karşısında sesimi kestim.
O gece fazla gecikmeden eve dönüp yattık.
Sabah oldu. Resmi tatil, her yer kapalı, iş yok. O yıllarda Fransa’da sadece altı televizyon kanalı izleniyordu, Fransızca hepsi de. Fransızca konusunda fanatiktir Fransızlar, İngilizceye bile tahammülleri yoktur, bilenler de mecbur kalmadıkça konuşmak istemez.
Öğleye doğru canımız sıkılmaya başlayınca, “İşyerine gidelim bari, kepenkleri açmadan hesaplara kitaplara bakarız, gelen olmaz” dedi Süleyman abi. Gittik. İşyerinde vakit geçirirken kapı çalındı. Şaşırdık.
Açık olduğumuz bile belli değildi. Baktık Musevi bir müşterimiz. Gülümseyerek konuşmaya başladı:
“Evde oturuyordum. Allah dedi ki bana: Bu günde sadece Müslümanlar ve Museviler çalışır. Git bir Müslüman-dan alışveriş et! Beni Allah yolladı, iyi bir indirim yapılması mesajını verdi ayrıca. Herhalde Allah’ı kırmazsınız!”
Hiç beklemediğimiz bir günde Musevi’ye iyi bir satış yaptık. Tabii iyi de bir indirim…
Ah Paris… Bohem hayatın, aşkın, sanatın dünyadaki merkezlerinden… Seni, Süleyman Acar abiyi ve kızartılmış ekmek dilimlere bolca tereyağ sürülüp yenilen nostaljik kahvehanelerini çok özlüyorum.

HAYATIMIN İLGİNÇ TEVAFUKLARI…

Tevafuk, malum tesadüf kelimesinin “Müslümancası”. Kendi kendine değil de Allahın rast getirmesiyle olan işler; programı önceden hazırlanmış rastlantılar anlamında. Böyle işler çok geldi başıma. Çoğu güzel şeyler, şükredilesi işler… Hepsi hemen düşmüyor tabii. Üçünü anlatacağım sadece:
Medine’deyim…
Cidde merkezli toptan konfeksiyon işi yaptığımız yıllar. Suudi Arabistan’da şehir şehir mal pazarlıyoruz. Medine’de saygın bir müşterimize uğradık, Afgan asıllı, “Kurban” Ailesi… Baba ve birkaç kardeş bir arada çalışıyor, bir arada yaşıyor. Çok içten hepsi. Afgan Savaşı’nın ateşli yılları, 1987’ler... Afgan Müslümanlar hem Rusya ile hem kendi aralarında kıyasıya savaşıyor.
Müşterimizin babaları Afgan cephesinden yeni dönmüş bir mücahit. Akşam yemeğine ve yatıya evlerine davet ettiler. Ertesi gün Cuma.
Geniş, büyük bir ev. Geç vakte kadar Afgan milli mücadelesini konuşmamıza rağmen gece saat 04.00’lerde uyandırdılar, “Teheccüt namazı vakti” diye. Sabah namazını da cemaatle kılıp yattık.
Ürkütücü bir rüya gördüm… Büyük kızım Şeyma balkondan düşüyor ve ölüyor... Rüya o kadar canlı, rüya zamanı o kadar sahihti ki inandım. Başladım ağlamaya.
Bir taraftan da düşünüyordum, “Ali Bayram hocam keşke Medine’de olsa da rüyayı yorumlatsam.” Rüya yorumları konusunda önemli bir kitabı vardı hocanın. Orada olma ihtimali uzaktı. Yaşlı gözlerle hep beraber Cuma namazına gittik Mescid-i Nebeviye. Ağlamamı gizleyemiyor, kimseye bir şey diyemiyordum.
Onlar, geceki sohbetten çok etkilendiğimi düşünerek ağladığımı sanıyordu. Arada telefon etmek geliyordu aklıma ama gerçekle yüzleşmeye de korkuyordum. Az sonra kara haber zaten ulaşır, diyordum kendi kendime.
Namaz saatine iki-üç saat vardı, caminin avlusunda cevşen okuyordum namazı beklerken.
Birden önümdeki safta Ali Bayram hocanın oturduğunu gördüm. Sevineceğime korktum, düşüne düşüne kafayı yedim diye. Bir daha baktım, oydu.
“Allahım, aklıma mukayyet ol” diye duaya başladım ağlayarak. Bir cesaret yanına yanaştım, el sıkıştık, her şey normaldi. Hemen rüyamı anlattım. Biraz bekledi.
“Kızına bir şey olmadı Allah’ın izniyle. Telefon et rahatla” dedi gülümseyerek. Telefona ettim, haklıydı!
Belediye otobüsünde…
İstanbul’da çok soğuk ve yağışlı bir kış günü, belediye otobüsüne zor attım canımı ama biletim yoktu. Umutsuz gözlerle yolculara baktım.
Tanımadığım bir bayan gel işareti yaptı. Bilet verdi, parasını uzattım, almadı; ısrar ettim, sıkışık durumda bilet vermesi iyilik olarak yeterdi zaten. Üsteleyince:
“Alamam” dedi, “Sizin çıkardığınız dergiyi yeğenim için biriktiriyordum, geçen sene eksik sayısını almaya geldiğimde siz de para kabul etmediniz.”
Hatırlamıyordum elbet…
Annemin mezarındaki çan…
Vefatının 40. Yılında Denizli’ye anneciğimin yanına, mezarına gittim. Yediği son dünya nimeti olan sarıburma tatlısı alıp dağıttım, bazı dostlarımın evine de hediye götürdüm, anneme dua ricasıyla. Hac arkadaşım, eski otobüscü, merhum Süllerli Yumurtacı Ali Bey’e meselâ.
Annemin kabri başında Yâsin okurken, başucunda yıllar önce babamla birlikte diktiğimiz, şimdi kocaman olan zeytin ağacına asılı bir şey dikkatimi çekti. Ehil hayvanlara takılan, el yapımı, orta büyüklükte bir çandı bu. Daha önce ne burada ne başka bir kabirde çan görmüştüm. Tuhaftı… Ne işi vardı burada? Annemin çocukluğunu hatırladım, çocukken keçi sürüsü gütmeye dağlara çıkarmış ablasıyla. Sonradan ben de çıktım aynı yaşlarda. Gece yarısı karınları doyunca keçiler uykuya dalardı. Tabii biz de. Şehre göre daha yakınımızda gibi duran yıldızlara baka baka uyumak, arada tek tük duyulan keçilerin boynundaki çan sesleriyle uyanmak hoştu.
İyi de kim asmıştı bu çanı? Annemin çocukluğunun çan sesleri içinde geçtiğini bilen biri mi? Sordum, kimsenin haberi yoktu. İlginç bir rastlantı, garip bir tevafuktu. Biri sahiplenmesin diye aldım eve getirdim.

TEKRAR GAZETECİ OLUYORUM, LÂKİN…

1988…İstanbul… Gazeteciliği noktalayıp kumaş pazarlama işine geçtikten, ihracatta çok güzel yerlere geldikten sonra bile gazetecilik ruhum hep diriydi.
Her gün birkaç gazeteyi okuyor, bazı kupürleri kesip ajandama yapıştırıyordum. Kendime sakladığım yazılar da yazıyordum. 1988 yılı ortalarında işyerinde huzurum kaçmaya başladı. Aile içi dedikodular, kıskançlıklar vs. “Artık yuvadan uçma zamanın geldi, destek vereyim kendi işini kur, bir numaralı müşterin biz olalım” dedi kayınbiraderim, aynı zamanda patronum. Sonra nedense işi savsakladı. Tam bu noktada önemli bir gazeteden davet aldım. Ankara’da yayınlanan gazete el değiştirmiş, İstanbul’a taşınmıştı. Genel yayın yönetmenliğine beni getirmek istiyorlardı.
Çok ortaklı gazetenin bazı sahiplerini iş hayatından tanıyordum. “İstişare ettik, sizinle çalışma kararı aldık, ne dersiniz?” dediler. Gazetecilik sevdiğim meslek ve sanattı, iş hayatım tatsızlaşmıştı, kabul ettim, işe başladım.
ESKİ BAKANDAN ÇOK İLGİNÇ ATATÜRK ANISI
Yeri gelmişken; gazetenin yazarı, Atatürk’le epeyce yakınlık kurmuş öğretmen ve daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’ndan unutamadım bir anıyı aktaracağım:
“Yurtta sulh, cihanda sulh, sözüyle ne anlatmak is-tediğini Atatürk’e sordum… “Her sloganın ömrü vardır, bu sözün de ömrü 20 yıldır, unutulacaktır” dedi.
Unutuldu mu? Ah, Atatürk düşmanlığından medet uman aklı kıt siyasetçiler!
TÜRKİYE GAZETESİ… ENVER ÖREN İSTEDİ AMA...
Nereden duyduysa Türkiye Gazetesi’nin patronu Enver Ören, ayrıldığımı öğrenmiş. “Allahın verdiği her nimetinden sorumluyuz; sende özel gazetecilik kabiliyeti var, bunu iyi yolda kullanmazsan Allah hesap sorar!” dedi. Ertesi günü Türkiye Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fuat Bol aradı:
“Patronun ricası, bu akşam seninle sahilde Kalyon Otel’de yemek yiyeceğiz baş başa” dedi. Buluştuk. Aynen şunları söyledi Fuat bey:
“Enver Bey’in selamını getirdim; Hüseyin Gökçe’yi kaçırmayın, gazetede hangi görevi istiyorsa yarın gelsin başlasın, diyor.” Düşünmek için süre istedim.
İstişare ettiğim kişiler, yeni bir gazetecilik macerasına atılmanın doğru olmayacağında birleşti.
Gazetecilik defterine bir nokta daha koydum.
Bu beklenmedik ayrılıktan sonra ne yapacağımı düşünmeye başladım. Derken işadamı Haluk Bayatlı bey yanıma geldi, “Gazetecilikten madem ayrıldın, gel bluejean işimizin başına geç, iyi bildiğin Paris’i merkez yapalım, Türkiye’de üretip Avrupa’da satalım” dedi.
Yeni Devir Gazetesi’nin eski sahibi Mazhar Bayatlı’nın tek oğluydu. Tanışırdık. Sağlam ve güvenilir bir aileydi; maddi kaynaklarının iyi olduğu bilinirdi.
Küçük bir hisse, iyi bir maaş veriyorlardı. Nazlanmadan kabul ettim. Paris’i de özlemiştim.
Hemen kolları sıvadık, sıfırdan başladık. Merter’de müstakil, üç katlı, 60 çalışanlı fabrika yavrusu bir yer, iyi bir kadro kurdum. Karışanım ve para sıkıntım yoktu.
Bu arada, gelişmelerden haberdar olan eski patronum ve kayınbiraderim yanına çağırdı:
“Bundan sonra buraya ve Paris’te bize gelme, artık rakibiz” dedi. Dünyanın en iyi, en cömert insanlarından biriydi ama ticarette sertti. Evine ve işyerine 13 yıl gelip gitmiş, sekiz yıl firmasında en üst düzeyde görev yapmıştım.
Haluk Bey’le, Hastuna A.Ş.’de güzel işler yaptık, Paris’te iyi bir merkez kurduk; Almanya ve Fransa seyahatlerimiz oldu. Heyecanlı, eli ve gönlü açıktı.
Üretim işi tamamen bendeydi. Modeller, modelistler, stilistler, makineler, ustalar, elemanlar, fasoncular, altı ay önceden peşin para yatırılarak satın alınabilen denim türü kumaşlar… Hem zevkli, hem sıkıntılı işler… Şu anda tanınmış bir markayı parlatmış bazı konfeksiyoncular o zamanlar bize fason dikerdi. Bizden daha verimli çalıştılar, bizi fersah fersah geçtiler. Helâl olsun, selâm olsun…
GAZETECİLİKTE AMATÖRLÜK, YOKSULLUK VE ÖN YARGI
Her kurumda olduğu gibi gazetecilikte de gizli ya da açık gruplaşmalar eksik olmaz. Meslek aşkıyla dolu, samimi gazeteciler yanında, sadece bağlı olduğu cemaat veya grubun hedeflerine kilitlenenler veya gazetecilik gücünü kullanarak çıkar temin etmek isteyen tehlikeli kişiler cirit atar gazetelerde.
Esasen cemaat ve gruplar için günlük gazete çıkarmak hayli sıkıntılı ve bol risklidir; yıpratıcı, aşındırıcıdır. Dengeleri tutturmak çok zordur çünkü. İç ve dış dengeleri… Bu dengeyi bugüne kadar hakkıyla sağlayana rastlamadım desem yeridir. Koç ve Sabancı gruplarının bu güne kadar doğrudan medyaya girmemesi boşuna değildir.
Gazetecilik hayatımda unutamadığım coşkulu amatörlük, yoksulluk ve kahredici önyargı örnekleri saymakla bitmez… Birer örnek vermek istiyorum:
Genç ve ufak tefek gazeteci arkadaşımız müthiş haberlere imza atmak için yerinde duramıyor, Afganistan’daki savaşı yerinde izlemek istiyordu. Yıl, 1989... Ama bunun için paramız yoktu. Son Havadis gazetesinde fason olarak 12 sayfa ve siyah-beyaz basıyor, gazete kâğıdı bulmak için her gün yeni bir mücadele veriyorduk.
Sonuçta genç arkadaş 200 dolarla yola çıktı. Buna nasıl cesaret etti, dünyanın öbür ucuna nasıl gidebildi anlatılır gibi değil! İlk haber iki hafta sonra geldi arkadaştan.
Tabii başka bir gazetenin muhabirine verilen zarfla.
Başka zaman Türkiye Gazetesi'nden Ayhan Özer beyle, bir kere de Sabah’tan Savaş Ay’la zarf yollamıştı. Çarpıcı haberler değildi ama içinde samimiyet ve coşku vardı. O arkadaşımız sonra kendini iyi geliştirdi, Yıldız Üniversitesi’nde doçent oldu. Belki şimdi profesördür. Hâlâ iyi görüşürüz.
Gelelim yoksulluğa…
Muhabirlerimizin neredeyse tamamı gazetecilik mezunu yeni arkadaşlardı. Hepsi de bekâr. Altısını gazete olarak tuttuğumuz vasat bir apartman dairesinde barındırıyor, asgari ücretin yarısını verebiliyorduk. Ne üstte var, ne başta! Lüks otellerdeki basın toplantılarından kaçıyorlardı o yüzden. Diğer muhabirlerin Canon, Nicon gibi fotoğraf makinelerine karşı bizimkilerde Rus malı Zenit’ler… “Makineleriyle bile eziyorlar abi” diyorlardı. Haklıydılar.
Personel yemekleri o kadar sıradandı ki, köşe yazılarında kendi yazarlarımız bile ti’ye alıyordu.
Yenibosna minibüsünün içinde balık istifi yolcular gibiydik hepimiz ama yine de mutlu ve meslek aşkıyla doluyduk. Çare ararken Pierre Cardin’in Türkiye üreticisi eski dostum firmadan reklam karşılığı 20 takım elbise alabildim. Çok iyi moral oldu arkadaşlara.
Kahreden önyargılara bir örnek…
Asil Nadir dönemindeki Güneş Gazetesi büyük hamle yapmış, tirajda üçüncü gazete olmuştu o yıllarda… Usta gazeteci-yazar Yalçın Pekşen benimle röportaja geldi.
Bizi yakından görüp tanıyınca itiraf etti:
“Bütün masalarınızın kıbleye dönük olduğunu sanıyordum, yanılmışım, özür dilerim” dedi. Epeyce gülüştük. (19.01.2021)
> H. GÖKÇE




 

Bu yazı 9157 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Son Yazılar